29 Aralık 2009 Salı

15 Aralık 2009 Salı

8 Aralık 2009 Salı

3 Aralık 2009 Perşembe

26 Kasım 2009 Perşembe

yeni kısa film projesi: kir

Dostlarım, yeni filmimin hazırlıklarına başladım.

Sanat yönetmeni arıyorum. Piyasada şahin gibi bir sanat yönetmeni tanıdığı olan var mı?

40 yaşlarında bir erkek oyuncu, 40 yaşlarında 2 kadın oyuncu ve 20 yaşlarında 1 kadın oyuncuya ihtiyacım var. Adaylar yüz fotoğrafları gönderebilir.

Ayrıca çekim mekanı olarak, "orta direk" aile evi arıyorum. Yardımcı olmak isteyen mekan fotoğrafları çekip gönderebilir.

Ayrıntılı iş birliği için iletişelim.

9 Kasım 2009 Pazartesi

19 Ekim 2009 Pazartesi

12 Ekim 2009 Pazartesi

23 Eylül 2009 Çarşamba

21 Eylül 2009 Pazartesi

9 Eylül 2009 Çarşamba

5 Eylül 2009 Cumartesi

kamil buna çok sinirlendi


-Kendine gel! Bu devirde erkek olmak öyle kolay değil. Toplum senden şunları bekliyor: Zengin olacaksın, zeki olacaksın, yakışıklı olacaksın, iyi bir mizah anlayışın olacak, ki mutlu olasın, sen daha ne diyosun bana.

Dedi Ekrem, karşısında oturan Kamil’e üstten üstten bakarak. Kamil başını evet anlamında ciddi ciddi salladı, sallarken “siktir lan yavşak” diye düşündü, Ekrem nargilesinden derin bir nefes daha aldı.

-Bak Kamilcim, güç insanı çeker, her kadın güçlü bir erkek ister, her erkek de güçlü bir kadın. Sadece maddi güçten bahsetmiyorum, insan kendi duygularını anlamlandırmak için karşısında da bir otorite görmek ister. Güçsüz, ezik insan bile kendi gibilerden fellik fellik kaçar. O yüzden her şeye kafa sallayan insan olursan her ilişkide kaybeden insan olursun.

Dedi Ekrem, koltuğunda daha bir yayılarak. Kamil yine başını evet anlamında salladı ciddi ciddi. Gözlerini Ekrem’den ayırmamaya dikkat ederek sütlü kahvesine uzanıp iki eliyle kavradı, küçük bir yudum aldı. Ekrem tam iki elini de kaldırmış konuşmasının doruk noktasına çıkmaya hazırlanıyordu ki telefonu çaldı, birden tüm yüzünü yavşak bir gülümseme kapladı, karakter değiştiriyormuş gibi oldu, telefonu açtı, “aşkıım” diye ince bir ses çıkardı, Kamil dudaklarını büzdü, kahvesinden bir yudum daha aldı. Ekrem gittikçe koltuğa gömülüp eliyle ağzını maskelemeye çalışarak garip sesler çıkarıyordu. Kamil Ekrem’e bakarak nasıl bu hale geldiğini düşündü, orta okulda en iyi arkadaşıydı, lisede ayrılmışlar, sonra tekrar karşılaşmışlardı. Kamil nezaketen “buluşalım” demiş, Ekrem’de nezaketen “kesin buluşalım” demiş, sonra istemeye istemeye buluşmak zorunda kalmışlardı.

Buluşmanın başlarında ikisi de bol bol sessizce gülümsedi. Hep bir sonraki cümleyi düşünerek havadan sudan, azıcık da geçmişten konuştular. Sonra ikisi de Sabahattin Ali’nin “uzun süredir birbirini görmeyen iki arkadaş bir gün karşılaştıklarında içlerinden birisi kazanan birisi kaybedendir” tespitinin içten içe farkında oldukları için, sidik yarışına girdiler. Kamil karakteri gereği, rakibinin tüm kozlarını ortaya dökmesini bekledi önce. Ama Ekrem açıldıkça açıldı, başarılı aşk hayatının sırları bitmek bilmiyordu, tüm ipleri eline aldı, artık konunun Kamil’in lehine dönmesine imkan yoktu. Sıra Kamil’e hiç gelmeyecekti.

Ekrem telefonu kapattı, tekrar koltuğunda dikleşti, tam “Yengen işte...” diye bir cümleye başlıyordu ki, Kamil “Kalkmam lazım Ekrem” dedi, Ekrem biraz ısrar etti, baktı olmuyor, “beraber kalkalım” dedi. Kamil hangi garsondan hesap isteyeceğini düşünürken, Ekrem çevik bir el hareketi ile garsonun birinden hesabı istemişti bile. Sonra Ekrem kalkıp tuvalete gitti. İşte Kamil buna çok sinirlendi. Hem hesap isteyip hem de tuvalete kaçmak ne demekti laan? Besbelli hesabı Kamil’e yıkmaya çalışıyordu. Vay şerefsizdi vay. Hem masada “kazanan” olmasına izin verilmişti. Hem de beleşçilik yapacaktı ha. Kamil derin bir düşünceye daldı, bir ara garsona gidip hesabı geç getirmesini bile söyleyecekti ama bu riski göze alacak gücü kendinde bulamadı, sonra Ekrem’in “güç” ile ilgili söyledikleri aklına geldi, acı acı gülümsedi, böyle dar zamanlarda aklına olur olmaz şeyler gelirdi. Garsonu gördü elinde hesapla hızla ona doğru geliyordu, kederinden ağlamak üzereydi, garsonla göz göze gelmemeye çalıştı.

Ödedi hesabı, ardından Ekrem göründü, hiçbirşey olmamış gibi geldi, oturdu. Kamil “hadi gidelim” dedi, Ekrem “hesap geldi mi?” dedi, Kamil “ben hallettim”, Ekrem “vay benim kankama” dedi gülerek, Kamil de gülmek istedi gülemedi. Gözlerini kaçırdı Ekrem’den, ne zaman üzülse darılsa gözlerini kaçırırdı.

...

NOT: Yazının devamını sonra koyacam sevgili dostlarım çünkü çok uzun olduğu için okumayan arkadaşlar varmış, isim vermek istemiyorum ama döverim, bilen bilir bazen çok sinirlenirim. Neyse, acaba Kamil ile Ekrem daha sonra ne yaptı? Merak edin. Çok heyecanlı valla.

3 Eylül 2009 Perşembe

tokyo story


KYOKO : Hayat bir hayal kırıklığından başka bir şey değil, öyle değil mi?
NORIKO : Evet, öyle...

2 Eylül 2009 Çarşamba

İsveç üzerine


· 8 gündür İsveç’teyim, 1 tane polis görmedim. Neden çok merak ediom, mantıklı bir açıklaması olan varsa ülker çikolatalı gofret hediye edebilirim, etmeyebilirim de.


· İsveçliler gayet sıcakkanlı insanlar bence, sadece ilk adımı sizin atmanızı bekliyorlar gibi geldi bana, geçen gün kaybolduk, isveçli bir amca 15 dk yol tarif etmeye çalıştı bize, sonra baktı anlamıyoruz, arabasını kapıp bizi gideceğimiz yere bıraktı, yurdum insanı gibi.


· Bir de şuna dikkat ettim, biz Türkler yurt dışında çok kibarlaşıyoruz, mesela her cümlemizde bir kaç kere “thank you” demezsek olmuyor, bazen karşıdaki adam da mahcup oluyor o da teşekkür ediyor, konuşmayı karşılıklı bir kaç “thank you” laşmayla bitirdiğimiz oluyor, dışardan komik gözüküyor, sürekli gülümsüyoruz zaten, herkese, bakkala, sokaktakilere, okuldakilere, paso gülümsüyoruz Türkler olarak, bu konu hakkında birkaç teorim var, araştırmalarım devam ediyor, kesin bir sonuca ulaşınca açıklayacağım.


· Bir de çok büyük beklentiler hayal kırıklığına yol açabiliyor, sanki hayatımızda büyük değişiklikler olacakmış gibi bir beklentiye kapılmamak lazım, hiçbir yerin başka yerlerden çook bir farkı yok, diller değişse de insan aynı insan, duygu aynı duygu, bulut aynı bulut, domates aynı domates. Umut Sarıkaya demiyor mu, dünyadaki çoğu insan 3 aşağı 5 yukarı aynı hayatı yaşıyor diye, sabah kalkıyoruz, tuvalete gidiyoruz, ayağımıza bakıyoruz, şaşırıyoruz.


· Coen biraderler, “World Cinema” diye bir kısa film yapmışlar bir kaç yıl önce, başrolde müthiş film “No country for old men” deki parayı bulan adam oynuyor, film Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” filmi üzerine kurulu. Joel CoenÇobanın izlediği film, Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler filmi. Biz filmi iki sene önce gördük ve olağanüstü bulduk.” demiş. Bu kısa filmi izlemek için: http://www.nbcfilm.com/3maymun/news.php?mid=2


· Şimdilik en sıcakkanlı Almanlar, en mütevazi Fransızlar, en işe yaramaz Hollandalılar, en utangaç İsveçliler, en çok fotoğraf çeken Güney koreliler ve Taylandlılar, en gösteriş düşkünü millet yine Güney koreliler, aksanı en sempatik olan Pakistanlılar, Türklerin en çok benzetilmemek istediği millet Pakistanlılar, Türklerin en çok benzetilmek istediği millet İspanyollar, en iyi futbol oynayan İspanyollar..


· İsveç 200 yıldır hiç kimseyle savaşmamış, 2 isveçliyle konuştum bu durumu, 2’si de bu durumdan hoşnut değil gibiydi, “çok pasifiz, bizi umursamamışlar” gibi şeyler söyledi 2’si de, şaşırdım, belki de şaka yaptılar, acayip millet nitekim.


· Türklere karşı hiç bir önyargı yok, ya da nazik insanlar oldukları için belli etmiyorlar bilemiyorum, hatta bazen “oov dostum, benim çok yakın bir türk arkadaşım var, şöyle kral adam böyle süper adam” gibi tepkilerle karşılaşıyorum.


· İsveçlilerde “fika” diye bir gelenek var, çok önemsiyorlar, çok anlatıyorlar, bizdeki “5 çayı” gibi birşey. İkindi vakti arkadaşlarınla toplanıyorsun, çay ya da kahve içiyorsun, yanında da börek çörek, sohbet ediyorsun, rahatlıyorsun, işte buna “fika” diyorlar. Cümle içinde kullanalım: “Bugünkü fika çok eğlenceliydi yav, çörekler de şahaneydi doğrusu.”


· Bir de “meat ball” ları var. Yuvarlak isveç köftesi, bu lezzetli gerçekten, ama çok farklı birşey değil.


· Havalar güzel, tişörtle dolaşıyorum, bazen yağmur yağıyor, kış sert geçeceğe benziyor.


· İsveç akademik sistemi de biraz acayip, tam zamanlı bir öğrenci için haftada 6 saat ders var, bazen o da yok, ama ödevler, projeler, sunumlar çok önemli. Mesela benim ilk dersim dündü, 8 gün boyunca hiç dersim yok, ama Hollandalı komşum Jessica ile sunum hazırlamamız gerekiyor, biraz tırsıyorum açıkçası ama halletcez.


· Buraya gelirken İsveç sinemasını yakından tanımayı ummuştum, en azından Ingmar Bergman’ın daha çok filmini seyrederim, daha çok yönetmen tanırım, birşeyler okurum falan diye düşünmüştüm ama tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Sinema çok pahalı burda, yaklaşık 20 TL, bir de çoğunlukla hollywood filmleri gösteriyolar gibi, ama burda bir Rus buldum, Tarkovski falan konuşuyoruz, Dostoyevski’den birşeyler anlatıyor, eğleşip gidiyoruz.


· Yakında vidyolar geliyor.


· Yakında yeni hikayecikler geliyor.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

tell me no truth if it is bad

Stajım bitti, o yüzden yeni yazı koyamadım son zamanlar, biraz da keyfim yerinde değil, canım yazı yazmak istemiyor, yakında yeni yazılar gelecek, bir de Erasmus öğrencisi olarak İsveç'e gidecem 24 ağustosda, seyahat notları gibi "gezdim, gördüm, şaşırdım" gibi yazılar olacak, arada buraya bakmaya devam edin. Moby'nin "dream about me" şarkısını çok severim, bu vidyodaki de çok başarılı bir canlı performansı, Moby'ye eşlik eden bayan arkadaş Laura Dawn imiş, bence çok iyi bir ikili olmuşlar, hadi bakalım.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

ölecek bir şey kalmadı


Sevgili dostum İvan Petroviç,


Son 3 mektubuma cevap vermeyişinize gücenmedim, eminim haklı nedenleriniz vardır. Aslında ben postacı şerefsizinin mektuplarımı yok etmesinden korkuyorum. 3 hafta önce postacıdan 10 ruble borç almıştım, geçen gün geldi kapıyı dövdü yarım saat, 10 rubleye bile tamah ediyor, şerefsiz, açmadım tabi, sonra korkumdan tüm gün evde oturdum, sesler duydum, deliriyorum sandım. Tefeci ihtiyarın evinde kalmaya başladığımdan beri maddi sıkıntılar çekiyorum, bazen günlerce yemek yemiyorum. Tefeci insafa gelirse yağlı ekmek veriyor, onu da kusuyorum, süt iyi geliyor , olur da uzun süre aç kalırsanız süt için. Neyse konumuz bu değil, size başka birşey anlatacağım.


Yazılarımı yalnız yazmayı severim, yazarken değişik sesler çıkarır, garip hareketler yaparım, biri görse çıldırdığımı düşünür, yalnız kalayım diye bu bunağın evinde bir oda tuttum, ama artık burası cehennem gibi geliyor bana, boğuluyorum. Haftalardır bir paragraf bile yazamadım, hep onu düşünüyorum, Nastasya Filipovna’yı. Solgun kederli yüzü, iri gözleri,.. aklımdan çıkmıyor, sevgili dostum.


Diğer mektuplarımın elinize ulaşmadığını düşünerek, tekrar nasıl tanıştığımızı anlatacağım. Yine çok parasız olduğum günlerdi. Bir davette tanıştığım, sonra dostum olan General Yepançin, bana memurluk ayarlayabileceğini söylüyordu. Daha önceki sohbetlerimizde çokça söz ettiğim gibi, en nefret ettiğim insan tipi, midemi en çok bulandıran, başarı için ruhunu, kişiliğini satmış insandır. Üniformasını giyip işine düzenli giden memurlar yok mu, hepsinden nefret ediyorum. Bir gün Petersburg sokaklarında delirmişçesine koşup, tüm üniformalıların, ruhunu satanların yüzlerine tükürmek istiyorum. Şimdi ismini anımsayamadığım bir yazar dostum demiyor mu “Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır, ölecek bir şey artık kalmamıştır geriye... “ İşte aynı o hesap. Neyse, yine konudan sapıyorum, en son 12 saat önce 2 tas süt içmiştim, kafam allak bullak, bazen bu ızdırabı sonsuza kadar bitirmek istiyorum ama aklıma hep Nastasya’m geliyor.


Artık açlık çekmemek için bir iş bulmam gerekiyordu. Petersburg’un arka sokaklarında orta büyüklükte bir lokantaya garson olarak girdim. Garsondum ama bulaşıkları da ben yıkıyordum. İnsanların artıkları, pislikleri o kadar da zoruma gitmiyordu. Benim için katlanması zor olan, lokantanın kapısında durup gelen geçen herkese “Buyruun efendim” demekti. Bilemezsiniz sevgili dostum, o kadar zor bir şey ki. Gülünç kıyafetimle o caddede geçen herkesin yüzüne bakıp “Buyrun efendim” demek, işkencelerin en büyüğü. Bir de turistlere “welcome sir” demek yok mu.. Bazen yeni yetme rus delikalnlıları turist taklidi yapıp beni oynatıyorlar, ah Ivan Petroviç, Sibirya sürgünü bile hafif kalır bu cezanın yanında.. İnsan değersiz olduğunu, kimsenin kendisini önemsemediğini hissetmek istiyorsa bir günlüğüne de olsa bu işi yapmalı. Bazen birisi gelip beni dövecek, ya da hakaret edecek diye ölesiye korkuyorum.


Nastasya Filipovna’ya gelince.. Lokanta sahibi göbekli ihtiyarın kızıydı. Genelde kasada oturur, müşterilerden para alır, hesap trafiğini yönetirdi. İlk gördüğümde, değişik bir havası olduğunu sezmiştim, çocuk gibiydi, masumdu ama aynı zamanda çok “kadın”dı. Bazen solgun yüzü hüzünlenir, uzaklara dalar giderdi. Ben de ona dalardım o zamanlar.. Ah sevgili İvan Petroviç, Nastasya’nın benim hakkımda ne düşündüğünü bilmek için tüm varlığımı vermeye hazırım. Beni bir budala olarak mı, yoksa idealist bir yazar olarak mı görüyor? Bilseniz ne kadar merak ediyorum.


Dün, ruhumda derin bir iz bırakan kötü bir olay yaşadım. Bir haftadır Nastasya Filipovna tatildeydi, bir hafta deli divane gibi ortalıkta dolandım. Nihayet dün geldi. Lokantadan içeri girdim, baktım kasada her zamanki yerinde oturuyor, çok heyecanlandım, yavaşça yanaştım, “Aaa Bayan Filipovna gelmiş, hoş geldiniz”, dedim, yüzümün kızarmasına mani olamadım, biraz konuştuk ama konuşurken hep kalem kağıtla bir şeyler hesapladı, dönüp bir kez yüzüme bakmadı, çok gücendim. “Sen de yoktun bir aralar?” dedi. Ben de başka yerlere bakarak “Evet yoktum, ama yalnızca birkaç gün” dedim. “Senden nefret ediyorum” diye haykırmak istedim ama yapamadım, yutkundum sadece. Yokluğumla ilgili başka bilgi vermedim, trip attım, birkaç soru daha sorsun da ilgilenmeyen ben, ilgilenilmeyen o olsun istedim ama tabi ki sormadı, suratımı astım, dönüp bakmadı bile, ben böyle karmaşık duygular yaşarken, dışardan o güne dek daha önce görmediğim bir adam geldi. İlk görüşümde, duygusuz, kaba bir adam olduğunu anladım. Ağzını sonuna kadar ayırarak Nastasya’ma doğru kararlı adımlarla ilerledi, “amanın da amanın kimler gelmiş, naber fıstık” dedi. Bu nasıl bir ifade biçimiydi, nerede yaşıyordu bu adam? Nastasya Filipovna’yı daha önce hiç böyle görmemiştim, kıpır kıpır olmuş kikirdiyordu. Kikirdemesi kahkahaya dönüştü "evet döndüm canıım.." dedi, ayağa kalktı önümden geçti, duygusuz adama doğru ilerledi “geçerken onu etkileyecek bişeler yapayım da çok da boş adam olmadığımı anlasın” diye düşündüm, hızla aradım bişeyler, diğer garsona artislik yapayım dedim, tırstım yapamadım, Nastasya’m da çoktan duygusuz adamla köşedeki bir masaya çekilmişti. Ben de dışarı çıktım, daha fazlasını yüreğim, ruhum kaldırmazdı. Artık ona karşı tutumumu tamamen değiştirmeye karar verdim, bundan sonra ona hiç gülümsemeyeceğim, çok ciddi olacağım, konuşurken az daha "tatil sizi gerçekten güzelleştirmiş" gibi yavşak bir cümle kuruyordum ki son anda vaz geçtim, iyi ki de vaz geçtim, artık daha az seviyorum, bundan sonra iltifat, güler yüz yok. No more mercy.. Sinirimden ingilizceye geçtim birden.


Daha yazacağım şeyler vardı ki, birden bir gürültü duydum, kafamı kaldırdım, kapıya baktım, korktum açmadım, bekledim, kapıdakinin gittiğine emin olunca perdeyi aralayıp baktım, postacı şerefsiziydi. Artık dayanamadım, dışarı çıktım, kavgaya hazırdım, yumruklarımı sıktım, tam “10 rubleye tamah eden şerrefsizz” diye ağzına ağzına vuracakken. “Abi nerelerdesin yav, mektup geldi sana 3 tane, İvan Petroviç’ten, geliyorum, bulamıyorum seni” dedi. Dondum kaldım, şuurumu kaybediyordum, karnım da çok açtı. Ağlamıyordum ama göz yaşlarım şarıl şarıl akıyordu. Postacı beni sakinleştirmeye çalıştı. Nasıl olduğunu anlamadan derin bir sohbete başladık, arada bana acır gibi bakması dikkatimi çekti, ben de “şunu entelektüel birikimimle ezeyim de kime acıdığını görsün yavşak” diye düşündüm, biraz Petersburg’un kültür, sanat aktivitelerinden, sonra yazar olmaktan, üretim sancısı çekmekten söz ettim, çok heycanlandım, bağırdım çağırdım üretim sancısını anlatırken, çok değişik metaforlar kullandım, acayip gaza geldim, her dediğime “haklısın ağbii” dediğini hatırlıyorum, sonra bayılmışım, postacı dostum beni Petersburg Devlet Hastanesi’ne getirdi, şimdi ayrılmak zorunda, mektubu da ona veriyorum, bana daha sık yazın...


Bütün kalbiyle size bağlı olan dostunuz..

Zagour Miloslaviç
Petersburg Devlet Hastanesi, 1842

1 Ağustos 2009 Cumartesi

güzel ağızlar, güzel çocuklar

“Osman daha çarpım tablosunu bile öğrenemedi, bu haliyle onu 6. Sınıfa geçirmem imkansız.” dedi, Ayşe öğretmen, soğumuş çayını hızlı hızlı içerken.


Osman, yaşıtlarına göre iri yarı, pek sesi çıkmayan, komşuların “ne efendi çocuk” diye övdüğü, mahalle maçlarında bol dayak yiyen bir çocuktu, derslerle pek arası olmadığından 5. sınıfa kadar zar zor geçmiş, 5. sınıfta kalmıştı. Annesi okullar başlamadan 1 gün önce Osman’ı da kapmış, okulun yolunu tutmuş “Bir deneyeyim, belki Osman’ımı 6’dan devam ettiririm” diye düşünmüştü.

Öğretmenler odasında Ayşe öğretmen ve annesi konuşuyorlardı. Osman annesinin yanına oturmuş, Ayşe öğretmenin ağzına gözlerini dikmişti. Ne güzel ağzı vardı Ayşe öğretmenin, dudaklarına ruj da sürmüştü. Televizyondakileri saymazsak, Osman’ın tanıdığı dudağına ruj süren tek kadın, Ayşe öğretmendi. Farkında olmasa da bu, Osman’ın üzerinde büyük bir etki bırakıyordu.

Bu arada Ayşe öğretmen anlatmaya devam ediyor, ama Osman karşısındaki güzel ağız ve dudakların etkisine girmiş hiçbirşey anlamıyordu. Sonra birden Ayşe öğretmenin kendisine seslendiğini farketti. Dikkatini güzel ağızdan, gözlere kaydırdı, yaklaşık 10 dakikadır açık duran ağzını kapayıp, salyasını sildi. Ayşe öğretmen, “Osmancığım bu sene çok çalışacaksın değil mi?” dedi. Osman’ın yüzü kızardı, kafasını aşağı yukarı evet anlamında salladı. Kısa bir sessizlik oldu, Ayşe öğretmen şefkatle Osman’a baktı. Osman’ın annesi “kime çekti bu çocuk, bilmem ki” diye düşünerek üzüntüyle Osman’ın kafasını okşadı. Kafasını okşarken Osman’ın tüm yaz tatili boyunca traş olmamış olduğunu farketti, “eve dönerken berbere uğrayıp, şunun kafasını 3’e vurdurayım, o berberdeyken ben de pazara uğrar, yemeklik alırım.” Diye düşündü. Bu sessizlik ve düşünme anı toplam 5 saniye sürdü.

Bu sessizlik anında, ilgi odağı olduğunu farkeden Osman, “hadi olum, Ayşe öğretmenin aklını alma zamanıdır.” diye düşünerek, onu nasıl etkileyebileceğini bulmaya çalıştı. Kadınları etkileyebilecek bir silaha sahipti: para. Bu sabah, emekli maaşını çeken babaannesi, 20 TL vermişti. Sanki cebinde birşey arıyormuş da bulamıyormuş gibi yaparak, 20 TL ve bir ciklet çıkarıp masanın üstüne koydu. Sınıfı geçemese de zengin bir erkek olduğunu göstermek istiyordu. Parasını buruşturup masanın üstüne koyacak kadar da paraya değer vermeyen geniş gönüllünün biriydi, Ayşe öğretmen daha iyisini mi bulacaktı? Cikleti de kamuflaj nesnesi olarak paranın yanına koymuştu, ne kadar da kurnazdı.


Maalesef, Ayşe öğretmen ve annesinin çoktan konuşmaya dalmış olduklarını farketti, parayı tekrar cebine koyup, cikleti ağzına attı. Okuldan sonra, Osman ve annesi berbere, pazara ve nihayet eve gittiler. Evde Osman’ın abisi Süleyman, Osman’a hayata, aşka, sevgiye dair birsürü birşey anlatmış, Osman pek dinlememiş, kendini bildi bileli üniversite öğrencisi olan abisinin artık üniversite mezunu olmasına şaşırmaya devam etmiş, bir de amerikan kestirmek istediği saçının 3’e vurulmasına üzülmüştü.

Okulun ilk günü, Osman, annesinin hazırladığı ekmek arası peynir, domatesi de çantasına koyup okul yoluna koyuldu. Okula tek başına gider, annesi ve/veya babasıyla gelenlere uzun uzun bakardı, başka anne babalar ona çok garip gelirdi. Bu sene de her sene olduğu gibi çantası çok ağırdı. Çantasını bir o omzuna, bir ötekine takarak sonunda eski sınıfına ulaştı. İçeri girince, dünyası başına yıkıldı. Geçen senenin 4. sınıfları, bu sene kendisiyle aynı sınıftaydı. Sınıfta kalınca aynı sınıfı bir daha okuyacağını biliyordu ama 4. sınıftakilerle okuyacağını tam olarak düşünmemişti. Çok üzüldü, anlatamam, gitti en arkaya oturdu, zaten iri yarı olduğu için en arkaya otururdu, kimseyle konuşmadan öğretmenin gelmesini bekledi. Öğretmen içeri girince, bir dünya daha yıkıldı başına. Sınıfta kalınca yine Ayşe öğretmen’in sınıfında olacağını düşünmüştü, ama 4. sınıfın öğretmeni Kemal öğretmen gelmişti, hiç sevmezdi Kemal’i, kederinden ağlamak üzereydi.

İlk teneffüste, adet olduğu üzere beslenmelerini çıkarıp yerlerdi, ama Osman’ın iştahı yoktu, ayrıca 4. sınıfların, kendisini içi domates peynirle dolu koca bir ekmekle boğuşurken görmelerini istemiyordu, hemen yerinden kalktı, çantasından ekmek arasını çıkardı, birkaç kişiyle gözgöze geldi, gözlerini kaçırıp sınıftan dışarı çıktı, lavaboya gitti, ekmek arasını çöpe attı, tuvalete girip, kapıyı sıkıca kapattı, durumu gözden geçirdi, Ayşe öğretmeni düşününce daha bir kederlendi, küfretmeye başladı, küfretmeyi yeni öğrenmişti, bazen gizli biryere gidip, gizlice küfrederdi, küfretmek gerçekten çok ilginç birşeydi. Herkese küfretti, sınıfındakilere, saçını 3’e vuran berbere, kemal öğretmene, bir ara gaza gelip Kemal öğretmenin sülalesine, soyuna, sopuna saydırdı, gitti. Aniden çeşmenin açıldığını duydu, hemen sustu. Lavaboda biri vardı, acaba onu duymuş muydu? Duyduysa Kemal öğretmene yetiştirebilirdi, Kemal öğretmen de kimbilir ne yapardı?

Biraz içerde ne yapması gerektiğini düşündü. Sonra dışarı çıkıp kafasını önüne eğerek hızlıca yürüdü, tekrar sınıfa gitmeye hiç niyeti yoktu, okuldan kaçıp eve gitti, annesine ilk gün serbest bırakıldıklarını söyledi, baktı annesi bugün neşeli, artık okumak istemediğini de söyledi.

31 Temmuz 2009 Cuma

süleyman

Süleyman, 30 yaşında, kısa boylu, saçları kenarlarından dökülmeye başlamış, bir üniversite öğrencisiydi. Kampüste gördüğüm bir ev ilanıyla tanışmıştık. 3+1 evine, 3. ev arkadaşı arıyordu, evin kombisi, mobilyası, sınırsız interneti, herşeyi vardı, eve gelecek elemanın bavulunu kapıp gelmesi yetiyordu. Aradım, börekçiye oturduk, ilk buluşmamızda kızarmış gözlerini sürekli ovalaması dikkatimi çekmişti. Fazla konuşmadan anlaştık, eve taşındım. 3+1 evde Süleyman, Ekrem ve ben beraber yaşamaya başladık. Ekrem’i daha sonra anlatacağım, zira hayatımda tanıdığım en yavşak insandır, 45 numara taraklı ayakları vardır.


Süleyman’la yaklaşık 5 ay aynı evde kaldık, ben saçlarını hiç jölesiz görmedim. Windows’taki solitaire oyununu saatlerce oynayabilen tanıdığım ilk insandı, çok konuşurdu, herşey hakkında bilgisi olmasa da fikri vardı, genelde geçmişten konuşurdu, söylediğine göre zamanında karşı cinsle çok haşır neşir olduğundan 1999 yılında girdiği üniversiteyi 2007’de hala bitirememişti ama artık akıllanmış bu sene okul kesin bitecek, hatta evlenecekti . Bu arada ben kendisini herhangi bir karşı cinsle aynı ortamda hiç görmedim, çok görmek istedim ama olmadı, belki de denk gelmedi. Ev dışında çok birlikte gezmezdik ama çok severdim Süleyman’ı. Saatlerce oturup dertleşirdik.


Süleyman’ın prensipleri vardı, saçına jöle vurmadan 2 dk duramazdı, çünkü jöle ona yakışıyordu. Bozuk gözleri için gözlük yerine lens takmalıydı, çünkü gözlük ona yakışmıyor, inek gibi gösteriyordu, öte yandan lens gözlerinde alerji yapıyor, gözlerini kızartıyor ve çook kaşındırıyordu, olsundu, gözlük takmamaya değerdi, çünkü olabildiğince yakışıklı olmak istiyordu, yakışıklı olması gerekliydi, çünkü evlenmek istiyordu, evlenmeliydi çünkü annesi memleketten hergün arayıp, “nihat amcaların kızı, Zeliha’yı isteyeceklerini, okulu bitirip hemen dönmesini” istiyordu. Fakat o, 8 yıl önce ayrıldığı memleketindeki Süleyman değildi artık. Yüzünü bile hatırlamadığı Zeliha’yla evlenmek yerine, kendini anlayabilecek, kendisiyle “How I Met Your Mother” izleyip katıla katıla gülecek birini arıyordu. Sit-com tadında bir hayat istiyordu, çok muydu? Leonard Cohen’in “Suzanne” şarkısının fransızcasını Françoise Hardy’den çokça dinleyip gözlerini bir noktaya sabitleyerek derin derin düşünür, beni çok korkuturdu.


Okulun bitmesine 3 ay vardı, “3 ayım kaldı olum, şu okuldan birini bulmam lazım, son şansım” demişti, kızarmış gözlerini gayretle ovalayarak. “Bulursun abi, bölümde kız yok mu” gibi birşey söyleyip artık lensi bırakıp gözlük takmaya ikna etmeye çalışmıştım. Ceyda diye birinden bahsetti. İlk hafta derse gitmediği için, Ceyda’yla grup kurmak zorunda kalmıştı. Ceyda fena kız değildi. Güzel sayılırdı, mizahtan anlıyordu, aslında tam Süleyman’a göreydi. Süleyman, hiç bir derse çalışmadığı kadar bu derse çalıştı. Ödevleri yaptı, hergün Ceyda’ya ödev-ders durumlarıyla alakalı mail ler attı, saatlerce cevap bekledi, uykusuz kaldı.


Dostlarım, Isparta’da düşen Atlas Jet uçağını hatırlarsınız, hatırlamadıysanız hemen Google’a sorup hatırlayınız. O uçağın içinde çok değerli akademisyenler vardı, medyada geniş yer bulmuştu, o akademisyenlerden biri Engin Arık’tı. Engin Arık, Süleyman’ın Ceyda’yla birlikte aldığı dersin hocasıydı. Uçak kazasından sonra tabi ki ders iptal oldu, ve Süleyman Ceyda’yı bir daha hiç görmedi. Bu karşılıksız aşk Süleyman’ı çok yıpratmıştı. Ceyda’ya ulaşmak için yaptığı rezillikleri anlatıp canınızı daha fazla sıkmak istemiyorum, dostlarım.


Benim de o sıralar finallerim olduğu için Süleyman’la pek dertleşemedim, ama hatırladığım kadarıyla Süleyman Zeliha’yla konuşmaya razı olmuştu. Annesi Zeliha’nın numarasını vermiş, “Ara, konuş, pısırık olma” demişti. Süleyman’ın sıkıntılı günler geçirdiğini, Zeliha’yı arayamadığını hatırlıyorum. “Abi kızın yüzünü bile bilmiom, arayıp ne dicem ne konuşcam ki?” diyordu. Mesaj attı en son, mesajlaştılar. Zeliha telefonda konuşmak istiyordu, Süleyman SMS le devam etmek istiyordu. 2 gün mesajlaştıktan sonra şiddetli geçimsizlik sebebiyle ayrıldılar.


Finallerim bitti, Adana’ya geldim. Süleyman’la telefonda konuştuk birkaç kez. En son memleketine gitmişti, son konuşmamızda çok güldük ama çok mutsuzduk, “Düğün olursa ara mutlaka” dedim. “Aramaz mıyım” dedi. Bir daha Süleyman’dan haber alamadım.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

naber?

Staj yapıyorum 22 Haziran'dan beri, bazen boş zamanım oluyor, faydalı birşeyler yapsam çok iyi olur ama valla canım hiç istemiyor, başka birşeyler yapasım var, o yüzden bu sayfayı açtım, içeriği hakkında değişik düşüncelerim var ama henüz karar vermedim, ama büyük bir ihtimal hergün girip kafama göre birşeyler yazacam.

Bu arada yazı yazmak zor bir işe benziyor. Yazım kurallarını unutmuşum, abov. Bir de "yazacam" ya da "yazacağım" yazmak arasında tahmin edemeyeceğiniz kadar ikilem yaşadım. Noktalama işaretleri, cümleyi nerde bitireceğine karar verememe, paragraf bütünlüğü meselesi... hakkaten hepsini düşününce "boş ver lan aç bir iki klip izle kafan yerine gelsin" diyorum ama pes etmek yok!

Ben bu blog sayfasına birsürü fotoğraf vidyo falan da çeker, eklerim, güzel olur lan!

Mesai bitmek üzere, saat 16:54. Birazdan aşağı inip şirketimizin bize sunduğu eşsiz olanaklardan biri olan fitness salonuna gidip vücudumu geliştirmeye çalışacam, bakalım. İlk yazı çok tırt oldu, olsun.