19 Nisan 2010 Pazartesi

Malmö Günlüğü - Bölüm 1/4

Her zamanki gibi bavulumu son dakika hazırlıyorum. İki ayağım bir pabuçta koyuluyorum yola. THY ile daha önce uçmamıştım, kibar hostesleri, zengin menüsü (ızgara tavuk, cevizli armutlu tart,..), şirin plastik fincandaki kahvesi (mucize kuru yemiş fındıkla birlikte) gözüme giriyor. Kopenhag’a yerel saatle 5:30’ta iniyorum. Hava çok da soğuk değil, ama rüzgar var, hafif üşüyorum. Hemen Malmö’ye biletimi alıp, uçaktan şişeme doldurduğum portakal suyumu içerek trenimi bekliyorum. Aklıma İsveç’e ilk gelişim geliyor. Daha rahat ingilizce konuşup, daha aklı başında hareket ettiğimi düşünüyorum. “Yabancı ülkede olma” duygusu yavaş yavaş benliğimi sarıyor. Garip bir duygu, bazen sorumsuz, hafif hissediyorsun, iyi geliyor, bazen bir anlamsızlık çöküyor insanın içine.

Tren geliyor. Acayip uzun bir köprüyle Malmö’ye doğru yol alırken, denizin ortasına kurulmuş yel değirmenleri dikkatimi çekiyor. Biraz vidyo çekiyorum. Çantasında THY etiketi olan, Türk olduğunu tahmin ettiğim bir amca uzun uzun bana bakıyor. Galiba o da benim Türk olduğumu tahmin ediyor. 6:15 gibi Malmö merkez istasyondayım. Erasmus öğrencisiyken kullandığım hattı takıp 100 Kron yüklüyorum. Josephine sınavda olduğu için, kardeşi Anna’yı arıyorum. iki dakika beklemeden buluşuyoruz. “Gelmeyeceksin diye çok korktum.” diyorum. Gülüyor. “Çantan ağırsa yardım edeyim.” Diyor. “No, Thanks.” Diyorum. Eve gelene kadar dört kere adımı soruyor, her seferinde “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyorum, unutuyor. Eve geliyoruz, “Yorgunsan uyu, yoksa şehri gezelim biraz.” Diyor, üstüme siyah kalın kabanımı alıyorum, çantaları eve bırakıp, çıkıyoruz. Biraz şehirde yürüyoruz, tekrar iskandinav binaları görünce iyice Erasmus ruhuna geri dönüyorum. Malmö güzel bir şehir, fazla büyük de değil, yarım saat yürüyerek her yere gidebiliyorsun. Anna cadde, yer isimleri söylüyor, “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyor, unutuyorum. Bana biraz Türkçe öğret diyor, öğretiyorum. Bir cafeye oturuyoruz. Bahçesinde bizdeki ufo lara benzer ama çok daha şık sobalar var. Yanında ısınarak birşeyler içebiliyorsun. Anna kahveleri ısmarlıyor. “Bana da hep birileri bir şeyler ısmarlıyor.” diye düşünüyorum.

Konuşuyoruz, sohbet baya eğlenceli oluyor. Anna liseden sonra okula devam etmemiş, İsveç’in epey bi kuzeyinde garsonmuş 4 yıldır, çok soğukmuş, 2 ay önce Malmö’ye gelmiş, iş arıyormuş. Tuvalete gidiyor bir ara, sevdiğim birkaç insanı, eski Erasmus arkadaşlarımı arıyorum. Çok geçmeden Josephine geliyor. Gülüşü dikkatimi çekiyor, insanı baya rahatlatan bir gülüşü var ama bir şey dinlerken sürekli onaylaması, ses çıkarması, “Evet,hmm..” demesi hafiften sinir bozucu, lan sus da bir dinle. Josephine’nin kahkahalarının da etkisiyle sohbet baya eğlenceli oluyor, Türkiye’den de konuşuyoruz bir ara. Her şeyden haberleri var. Demokratik açılımdan bahsediyoruz. Josephine “TRT Şeş’in açılması çok devrimci bir hareket.” Diyor, baya şaşırıyorum. Karnımız da acıkıyor. Kalkıp falafel yemeye gidiyoruz. Eve dönerken çok üşüyorum. Josephine “İstersen taksiye binelim.” Diyor, “No, thanks.” Diyorum. Eve gelince biraz internete giriyorum, sonra yatış.