27 Temmuz 2013 Cumartesi

ricky martin

bülent’in diş etleri iltihaplı, dişleri çürüktü. aylık 764 TL emekli aylığı, köşedeki marketin veresiye defterinde hesabı vardı. internetten kadınlarla yazışır, hiçbiriyle buluşmazdı. 20 yıldır izmir’de kendi evinde yalnız yaşıyordu ve 2008 yazı son 20 yılın en sıcak yazı gibiydi. ağustos ayında bir cumartesi sabahı kapısı çalındı. gelenler kız kardeşi,  kız kardeşinin kocası ve küçük kızları ayşe idi. çeşme’ye tatile gidiyorlardı, yol üstünde bülent’e uğramamak olmazdı.

ilkokul 5. sınıf öğrencisi ayşe ailesiyle istanbul’da yaşıyordu. ilkokul hayatı boyunca onlarca kuş besledi. hepsi kısa sürede öldü. hepsinin adı pıtır’dı. pıtırlar öldükçe ayşe’nin gözyaşları da, alışkanlıkla, gitgide azaldı. muhabbet kuşunda dikiş tutturamayınca o yaz şansını su kaplumbağasında denemeye karar verdi. o zamanlar ricky martin’e aşıktı, kaplumbağanın adını da ricky martin koydu. kabuğu yosun tutardı ricky martin’in, ayşe de musluğun altında yıkardı. kafasını ve bacaklarını kabuğuna sokardı kaplumbağa yıkanırken.
ayşe bülent dayısı’nı ilk defa gördü ve hiç sevmedi. dayısı beyaz atletiyle onu öperken kokusundan, beyaz, kemikli tüysüz vücudundan tiksindi.

tüm gün bülent’in evindeydiler. ayşe biraz uyudu, ev çok sıcaktı, çok terledi, kötü rüyalar gördü. uyandığında annesiyle bülent dayısı birbirlerine bağırıyorlardı. bülent dayısı’nın dişleri çok çirkindi. ev fazla güneş almıyordu, havasızdı, kasvetliydi.

akşama doğru evden çıktılar, bülent yolcu etmek için arabaya kadar eşlik etti. sürekli ablasına sarılıp bir şeyler söylüyordu. ablası artık ağlamıyordu.

arabaları 1993 model gri renkli bir fiat tempra 1.6 sx idi ve içinde ölü bir su kaplumbağası vardı. ricky martin’i arabada bırakmışlar, kaplumbağa da sıcaktan ölmüştü. 

bülent, aileyi yolcu ettikten sonra cesedi evine götürdü. akşam iki paket altılık bira içti. ricky martin’in kabuğunu açmaya çalışırken üstüne kustu. ertesi gün uyanır uyanmaz yine kustu, bu sefer tuvalete. televizyonu kapattı. ricky martin’i çöpe attı.

ayşe o yaz çeşme’de ilk defa öpüştü. akşam otel odasında “un dos tres” i ezbere söylerken dans ederek aynada kendini izliyordu.

bülent de başka yaz göremedi, aralık ayında kalp krizi geçirdi, fazla acı çekmedi. ayşe dayısının mezarını hiç görmedi.

21 Mayıs 2013 Salı

Günlük #1

Merhaba. Sınıf öğretmenimiz ödev verdi. Her gün günlük tutacam. Başlıyorum:

24.10.1996
Bu gün okula gittim. Sabah kalkınca, sabah kahvaltısını yemedim her zaman sabah kalkınca annemi uyandırırım ama uyandırmadım dayandım. Sonra saatler ilerleyince annemi uyandırmak zorunda kaldım ve uyandırdım sonra annem uyandı, sonra beslenmemi aldık okula gittik akşama doğru geldim ve serbest yazıyordu kağıtta ama ben serbest olduğum için ödevlerime başladım yaptım, yaptım en sonunda saat (23:30) geçiyordu ve bende ödevimi yeni yaptım sonra uykum çok, çok, çok fazla geldi, yemeğimi yedim, yatağıma gittim ve uyudum.

25.10.1996
Bu gün okula gittim. Sabah kalkınca çok neşeliydim. Sabah kahvaltısını biraz bekledim sonra annemi uyandırmaya gittim. Anneme: Anneciğim acıktım dedim, annemde: Tamam oğlum geliyorum dedi. Öğleye doğru (12:00)'da okula gitmedim biraz geç gittik (12:20). Okula gittiğimde çok güzel maçlar yaptık çok çalım attım. Sonra akşama doğru eve geldim. Hiç kimse evde yoktu. Kapının önüne oturdum gözlerimi kapadım az daha uyuyacaktım sonra annem geldi, abimde geldi çok ödevim vardı yaptım ve yemeğimi yiyip, suyumu içip uyuyakaldım.

26.10.1996
Bu gün okula gittim. Sabah kalkınca annemi uyandırmadım çünkü annem uyanmıyordu sonra uyandı, annem. Yemek koydu, yedim, karnımı doyurunca, öleye doğru annem önlüğü verdi bende giydim ve okula gittim. Bir teneffüsde Rıza ile ben çok iyi paslaştık en sonunda top önüme geldi ben de çok çok sert vurdum, direğe çarptı gol (goal) girdi. Sonra herkes eve giderken Rıza'yı balkonda gördüm o bana seslendi (ne dediğini unuttum), bende ona seslendim (bunu da unuttum) ve yola koyuldum. Sonra eve geldim, annem kapıyı açtı bende girdim sonra ders çalıştım ve hergün (4) MART'ı bekledim sonra uyuya kaldım.

4 Mart 2013 Pazartesi

5 dakika

bugün günlerden banyo günü. haftada iki gün 5'er dakika yikaniyoruz. kogus ayak ve ter yerine beyaz sabun ve hobby marka sampuan kokuyor. askerlere her ay hobby marka sampuan dagitiliyor. hepsi de boyali saçlar için. isirgan otu özlü.

sabah kahvaltisindan artan tencerede demlenmis bol sekerli çayi demir bardakta parmaklarinin ucuyla tutarken, asçi mehmet, er gazinosunda televizyon izleyerek banyonun açilmasini bekliyor. müzik kanallari arasinda dolasiyor. rihanna'nin diamonds sarkisi cikinca sesi açiyor. kumanda tutukluk yapinca televizyona yaklasip dügmesiyle açiyor. rihanna'yi çok begeniyor ve ayakta yakindan sessizce izliyor. asçi mehmet ve ben. biz. mutsuz ve magrur kadinlara asla dayanamiyoruz.

10 kisilik dus kabinlerinden 7'si kullanilabilir durumda. 7 kisi hazirlanip kabinlere giriyor. suyu açtiklarinda, çavus plastik sahte casio saatinden kronometreyi baslatiyor. asçi mehmet'e 5 dakika yetmiyor. suyun sicakligini ayarlamasi zaten 1,5 dakikasini aliyor.

süre doldugunda kabinler bosaltiliyor. yüzündeki kömür karasi temizlenmis, bir günlügüne beyazlamis gece kazancisi apo ve ortasina bir delik açtigi beyaz kalip sabunu espiri konusu oluyor. asçi mehmet sakalari anlamiyor, ilgilenmiyor da. ikinci grupta yikanacak askerlerin arasina karisip kabine tekrar giriyor. fark ediyorum ama çaktirmiyorum. 5 dakika daha kazaniyor.

kirmizi muslugu dayanabildigi kadar aciyor. sampuani cömertçe vücuduna bosaltip iyice köpürtüyor. gözlerini kapatiyor. teni yumusuyor. iyi hissediyor. rihanna'nin diamonds sarkisini mirildanmaya basliyor. 

2 gündür segiren sag gozümü düsünüp endiseleniyorum. banyo tavanina yogun bir sis gibi yükselen su buhari, sari isigi daha da güçsüzlestiriyor. sicak suyun altinda isirgan otu özleriyle iki numara kesilmis saclarimi köpürtüyorum. yanimdaki kabinden asçi mehmet'in sesini duyuyorum: "shine bright, tonight, you and I, we are beautiful like diamonds in the sky". sasiriyorum ve çok hosuma gidiyor. tüm askerlerin hosuna gidiyor. asçi mehmet'e eslik ediyoruz: "shine bright like a diamond".

sonu bu los isikli bodrum katinin 10 kisilik pis banyosuna çikan geçmisimizi düsünmüyoruz. gelecekle ilgilenmiyoruz. birkaç dakika daha istiyoruz. 5 dakikamiz bitmesin istiyoruz. asci mehmet, ben ve diger askerler. biz. biz rihanna'dan çok sey bekliyoruz. 

çavus casio saatinin oldugu kolunu havaya kaldirip sürenin doldugunu söylediginde asci mehmet icerden bagiriyor: "ben cikmiyem..cikmiyem..yeni girmisem". bu sefer inandiramiyor.

3 yil sonra bir pazar günü. asçi mehmet mutsuz kadinlarla dolu büyük bir sehirde bir esnaf lokantasinda çalisiyor. pazar günü tek tatil günü. sevgilisiyle büyük avm'lerden birinde bulusup yemek yedikten sonra birkaç vesaitle kenar mahallelerdeki evlerine dönüyorlar. aksam telefonda hayal kurup gelecek planlari yapiyorlar. sevgilisi kapatmak istediginde, asçi mehmet 5 dakika daha konusmak istiyor. "çünkü" diyor "10 dakikasi 50 kurustur"


9 Şubat 2013 Cumartesi

koridorun ışığı açık kalsın

sekiz yataklı yatakhanede tek boş yatağın yanına bavulunu bıraktı. kimse yoktu. geç kalmıştı. yatağa oturdu, yayların esnekliğini kontrol etti. fena değildi.

15 yaşındaydı. ilk defa evinden uzakta uyuyacaktı.

şehrin 25 km güneyi, bozkırların ortasıydı. prestijli üniversiteler vadeden yatılı lise. duvarlar yeni boyanmış. turuncu. kalitesiz espiri gibi. hüzünlü.

dün gece evinde uyurken odasının kapısı aralık, koridorun ışığı açıktı. uyuyor numarası yapmıştı, küçük aralıklarla su içmeye kalkan anne ve babası kapı aralığından içeri baktıklarında.

yeni öğrenciler yemekhaneye sırayla girdi. müdüre hanım (61 yaşında, ablak suratlı) konuşma yapacaktı. mikrofonu vardı (ne gerek vardıysa). bir ki. se se. ses kontrol.

en ön masadan başlayarak oturdular. her masayı 4'erli doldurup, sonrakine geçtiler. en son masada yalnız kaldı. yanına oturacak kimse kalmamıştı.

ellerini birleştirip masaya koydu. tırnakları diplerden kesilmiş. parmakları ince ve uzundu. etrafına baktı. bakışları kesik kesik, kısa süreliydi. pencere pervazındaki güvercin gibi. pencereye baktı güvercini gördü.

kalkıp kendinden önceki masayı 5'ledi.

çünkü yalnız kalamazdı.

çünkü yalnız kalamayız.

27 Ocak 2013 Pazar

65 AG Ş293

2 saattir ayakta duruyorum. 1 saatim daha var. güneşli ama soğuk bir kış günü. güneş ışınları yüzümde, gözlerimi kırpıştırıyorum. soğuk bir rüzgar var. yalova'nın armutlu ilçesinde iskeleye yakın bir tepecikten marmara denizi'ne bakıyorum. denize hiç bu kadar uzun bakmamıştım. içi su dolu kocaman bi çukur. sol tarafımda tümüyle yeşil kısmen ağaçlı tepecikler, eteklerinde birbirine sokulmuş küçük kasaba evleri, evlerin arasından uzanmış ince bir minare var. sağ tarafımda sadece çalılar, çalılar arasında kıvrımlı bir  asfalt yol.

denizden yansıyan parlak güneş gözümü alıyor, yüzümü kırıştırıyorum. dalgaların sesini de artık duymuyorum.

iki genç kız köy tarafından gelip önümden geçerken ürkek ürkek bakıyorlar. biraz ilerde durup konuşup gülüşüyorlar. diğer tarafa dönüyorum. 10 yaşlarında terlikli kel bir çocuk koşarak yaklaşıyor. üstünde marshall boya reklamlı galatasaray forması. aynısından benim de vardı. "hişt çocuk" diyorum. beni göremiyor önce. ağzı açık burnu sümüklü etrafına bakıyor. sonra kafasını kaldırıp "efendim asker abi" diyor içinde olduğum nöbet kulübesine bakarak. "sneijder geldi mi la" diye soruyorum. "yarın geliyor abi, bütün camia heyecanla bekliyoruz" diyor, koşarak uzaklaşıyor.

biraz daha bakıyorum denize. güneşin önüne gri bir bulut parçası geçmiş. sağ tarafımdaki iki genç kız birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. biraz bakıyorum. beyaz atkılı kısa boylu olan bir dizini kırıp yan bakarak poz veriyor. diğerinin sırası gelince baş parmaklarını ceplerine sokup, diğer parmakları dışarda bırakıyor. dakikalarca fotoğraf çekiyorlar. bir kaç karede benim de kadrajda olduğum hissine kapılıyorum. "pardon" diyorum, bakıyorlar. "bi bakar mısınız acaba?" diyorum, yaklaşıyorlar. ürkek ve utangaçlar. "fotoğrafların birkaçında ben de çıktım sanırım, e-mail adresimi versem benim bulunduklarımdan bir-ikisini yollar mısınız?" birbirlerine bakıp gülüyorlar. sadece benim fotoğrafımı çekip de gönderebileceklerini söylüyorlar. böylesini daha anlamlı bulduğumu söylüyorum. e-mail adresimi telefonlarına kaydedip uzaklaşıyorlar. arkalarından bakıyorum.

biraz daha bakıyorum denize. uzakta küçük siyah bir nokta. sanırım bir balıkçı sandalı. omzuma bir el dokunuyor. dönüyorum. raşit gülümseyerek "dalmışsın" diyor. gülümseyince gözleri kapanıyor. çinliler gibi. sevgilisi çinliymiş bu arada. neyse. şarjörü çıkarıyorum. kurma kolu 2 kere çekip sertçe bırakıyorum. emniyeti açıp tetik düşürüp emniyeti kapatıyorum. nöbeti bitirip vukuatsız raşit'e devrediyorum.

akşam yemeği içtimaında komutan biz hayalperest ve yediklerine dikkat etmeyen askerlerin firar etmediğine emin olmak için sayı alırken raşit'in telefonu cebinde gürültülü titriyor. komutan fark etmesin diye "BİR MARUZATIM VAR ARZ EDEBİLİR MİYİM KOMUTANIM?" diye bağırıyorum. aramızda bağırarak konuşuyoruz. telefonun sesini bastırıyorum. raşit rahatlıyor. komutan bana bakıyor. bir aydır çarşıya çıkmadığımızı yarın acaba çarşı izni olup olmadığını soruyorum. her şeyin yeri ve zamanı olduğunu belirtip susmamı emrediyor. "EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!"

akşam yemeği sırasında raşit'le tabldotlar elimizde aşçı ademe bakıyoru. adem her zamanki gibi gülümseyerek dağıtıyor yemekleri. raşit, adem'in deli olduğunu belki de çürüğe ayrılacağını söylüyor. çorbamı köftemi alırken ben de gülümsüyorum ademe elimde olmadan. çorba yanmış, köfte de pişmemiş. ikisini de yiyemiyorum.

yemekten sonra er gazinosunda raşit'le ali kırca'ya bakıyoruz. ali kırca üzgün gözüküyor. birand'ı anlatıyor. raşit "duygu yüklü konuşmalar sadece tasasız, boş insanları etkiler. birand'ın ailesine çok yavan içi boş geliyordur bu konuşma muhtemelen. mululuğu ya da mutsuzluğu en iyi anlatma yolu sessizliktir.." diye bir şeyler anlatıyor. ali kırca'ya bakarak "bence ağlayacak" diyorum. "hayır ağlamaz" diyor. iddiaya giriyoruz. kanalı değiştiriyorlar ali kırca ağlamadan. çayları ben ısmarlıyorum. tanesi 10 kuruş.

kazan dairesine apo'nun yanına iniyoruz raşit'le. apo yalova merkez'de gece çavuşuymuş eskiden. sevdiği kızı başkasıyla evlendirecekler diye firar etmiş. kızı kaçırmış. evlenmişler. kızın ailesiyle önce kavga edip, sonra ilişkileri düzeltmiş. yalova'ya dönüp teslim olmuş. bunları 5 gün içinde yapmış. henüz 20 yaşında. yalova merkez'den armutlu'ya gönderilmiş. burda da kalorifer dairesinde gece nöbetçisi. askere gelmeden önce de bir inşaatta gece bekçiliği yapmış. genelde gece yani. raşit'le telefonlarımızı gece apo'ya bırakıyoruz. sağolsun şarj edip sabah veriyor.

apo kalorifer kazanından közlenmiş patates çıkarıyor. birlikte yiyoruz. aşırı lezzetli. kantinden gazoz da almıştık. radyoda ahmet kaya çalıyor. "sivilde ne iş yapıyorsun hocam? bir mesleğin var mı?" diye soruyor apo. üniversite mezunu oldukları için kısa dönem askerlere hep hocam diyor. "mesleğim yok hocam. tek zanaatım, elimden gelen tek şey geçmişi yad etmek, özlemek." diyorum. raşit "baudelaire gibi diyosun yani hocam ha ha ha" diye gülüyor. apo "baudelaire kim hocam" diye soruyor. raşit "19. yüzyılda yaşamış bir fransız şair. zevk düşkünü. frengiden öldü." diyor. "yalnız bir adamdı. ailesi çok zengin olmasına rağmen sefalet içinde yaşadı. ayrıca annesinin dizinde ağlayarak öldü." diyorum.

apo'dan ayrılıp koğuşa çıkıyoruz. adem'le mehmet yatsı namazını kılıyorlar. farza yetişiyorum. mehmet aslında baş aşçı. adem yardımcısı. mehmet yüz felci geçirdiğinden 10 gün istirahat aldı. konuşurken yüzü bir yana kayıyor. belki de bu yüzden mecbur kalmadıkça konuşmuyor. "allah kabul etsin" diyorum. adem gülümsüyor. yüzü tıraşlı ama yanakları boynu kıl içinde. mehmet gözünü kapatıp başını eğiyor.

rüyamda sokakta yürüdüğümü görüyorum. çişim geliyor. üşenerek yatakta doğruluyorum. koğuş karanlık. saatim çalındığı ve cep telefonum kazan dairesinde olduğu için saati öğrenemiyorum. tuvalete doğru yürüyorum. uzaktan mutfağın ışığını görüyorum. mutfağa gidiyorum. içerde yeni yıkanmış boyum kadar yemek kazanları arasında yere çökmüş, dizlerini karnına çekmiş, ellerini birbirine bağlamış ademi görüyorum. hıçkırarak ağlıyor. geldiğimi fark etmiyor. "adem" diyorum, duymuyor. ne yapacağımı bilemediğimden ısrar etmiyorum. tuvalete gidiyorum. saati öğrenmeden yatağıam dönüyorum. horlayanların sayısı artmış.

uykuya dalarken adem'i düşünüyorum. köfteyi az pişiriyor, çorbayı yakıyor, baş aşçıyla namaz kılıyor, her gün traş oluyor, yanağındaki kılları önemsemiyor, deli olduğunu söylüyorlar, gizli gizli mutfakta kazanların arasında ağlıyor ama genelde gülümsüyor.

uyandığımda rüyamı çok net hatırlıyorum. kamuflajı giyip tıraş olurken unutuyorum. adem'e bakıyorum. göremiyorum. mutfağa gidiyorum. orda da yok. kazanların arkasındaki duvarda bir yazı görüyorum, ayakkabı boyasıyla yazılmış, ne zaman yazıldığı belli değil: 65 AG Ş293 (anlamı: van - adem güçlü - şafak 293).

sabah içtimaında bölük komutanının çarşı izni verdiğini söylüyorlar. ayrıca devriye timleri açıklanıyor. 2 gün sonra adem ve raşit'le birlikte fıstıklı köyü'ne gece önleyici kolluk devriyesine çıkıyorum. iyi haber.

çarşıya çıkıyoruz toplam 10 asker. bir aydır çarşı iznini bekliyoruz. 1 saat sonra yapacak bir şey bulamayıp sıkılıyoruz. internet kafeye gidiyorum. 6 asker görüyorum. benle birlikte 7. e-mail'lerimi kontrol ediyorum birsürü promosyon e-mail'i arasında bir arkadaştan gelen mail sevindiriyor. ayrıca içinde 2 fotoğraflı yazısız bir mail görüyorum. fotoğrafları açıyorum. beyaz atklı kısa boylu bir kız var fotoğrafın ortasında. yan durmuş, bir dizini kırmış. sağ tarafta marmara denizi sol üst köşede nöbet kulübesi içinde yeşil bere kahverengi kamuflaj ve çapraz tüfekle ben. diğer fotoğrafta elleri ceplerinde erkeksi bir pozla uzun boylu bir kız sağ köşede marmara denizi ve sol köşede yine ben. gülüyorum. bir askerle göz göze geliyorum gülerken, susup tekrar ekrana dönüyorum. fotoğrafları buraya koymayı düşünüyorum, sonra vaz geçiyorum. 25 dakika sonra yapacak bir şey kalmıyor. 3 saatim daha var. çocuklarla counter oynuyorum biraz. assault kuralım diyorum, onlar pool day istiyolar. sonra benle oynamak istemiyorlar. oturuyorum bunları yazıyorum. internet cafe'de kulaklıklar hep bozuk.

13 Ocak 2013 Pazar

lacivert süveter

boynu ağrıdığı için sağa sola çevirdi. 64 saattir kimseyle konuşmadığının farkında değildi. oğlunu aradı, cevap alamadı. sol eliyle telefon rehberindeki isimlere baktı. çoğunu senelerdir görmemişti. bazı isimleri tanımadı. 2 kişiyi sildi. hemen pişman oldu. belki lazım olurdu.

43 yaşındaydı. zayıf ama göbekli, 165 cm boyunda, kalın kaşlı, küçük ağızlı, sıkıcı ve başarısız bir adamdı. az önce telefon ettiği tek çocuğu annesinin ölümünden 3 sene sonra başka bir şehirde yaşamaya başlamıştı.

67 saat olmuştu ki mağazaya genç bir oğlan ve annesi girdi. sadece okul kıyafetleri satıyordu. "buyrun" dedi. sesi çatlak çıktı. boğazını temizledi. oğlan sıkılıyordu. annesi lacivert süveterlerden bir tane seçti, aldılar ve gittiler. tüm gün 7 müşteri gelmiş, 5'ine satış yapmış, 19 cümle ve 53 kelime söylemişti. havaların erken karardığı mevsimdi. mağazayı erken kapattı.

buz gibi havaya rağmen biraz dolaşmak istedi. nereye gideceğini bilemedi. yapacak bir şey bulurum umuduyla yolunu biraz uzatarak kulaklarını acıtan rüzgâra aldırmadan yavaş adımlar attı. bulunduğu sokakta en acelesi olmayan adamdı. dazlak kafası, yanlarda beyaz saçları, küçük ağzı, kızarmış kulakları ve genelde lise öğrencilerinin giydiği lacivert süveteriyle oldukça çirkindi. 

yaşadığı binaya girmek üzereyken komşusu genç kadınla karşılaşınca nedense birlikte girmeye çekindi. gururlu bir tavırla, apartmanın önünden geçip gitti. ilk sağdan dönüp bir kare çizerek tekrar apartmanın önüne geldi. eve girince oğlunu bir kere daha aradı, yine ulaşamadı. başarısız olduğu kadar da yalnız bir adamdı. oğlunu 2 senedir görmemiş, karısı 11 sene önce ölmüştü. hem karısı hem de amcasının kızıydı. kadın aile zoruyla evlenmiş, kocasını (amcasının oğlunu) ömrü boyunca küçümsemiş, kendine layık görmemişti. sıradan mutsuz evliliklerden biriydi. kadın "ölsem de kurtulsam" derdi. "öldü de kurtuldu" diye düşündü oğlu 11 yıl önce annesinin çukurdaki cesedine çamur atarken. yağmurlu bir gündü. babası ıslanmamak için mezarlığın bekçi kulübesinde beklemişti. mezar bekçisi remzi uykudan uyandırıldığı için sinirliydi. 30 yıl vadeyle aldığı güneş almayan 2 odalı dairesi vardı. boş zamanlarında uyurdu. her neyse..

yatak odasına gitti, soyundu, giyindi, yatağın sağ tarafına girdi. her zaman sağ tarafta uyurdu, ışık düğmesine uzanabildiği için. hayatın bir çok alanında hiç de bu kadar pratik ve mantıklı değildi. telefonunun alarmını 7'ye kurdu, düğmeye uzandı, ışığı kapattı.

6:30'da kendiliğinden uyandı. yarım saat daha uyumak istedi ama uyuyamadı. hatırlamadığı rüyasında karısını görmüştü. doğrulup pencereden süt beyazı gök yüzüne baktı. tüm gece kar yağdığını anladı. sokak sessiz ve muhtemelen kar kaplıydı. yatağın dışı buz gibiydi. yalın ayaklarını soğuk betona indirdi. canı yandı. terliklerini aradı, bulamadı. soğuk betonda seke seke tuvalete gitti. terlikleri görünürde yoktu. canı sıkıldı. tuvalette 13 dakika durdu. düşünecek başka bir şeyi olmadığı için (sanırım) aklına dün akşam bina girişinde karşılaştığı komşusu genç kadın geldi. yolunu değiştirdiği için kendine kızdı. ayrıca tuvalet kağıdının bittiğini fark etmediği için de. 13 dakikadan uzun kalsa kendine kızacak çok neden bulabilirdi. onu tanıyanlar gibi o da kendini beğenmezdi. onlarla hemfikir olduğu nadir konulardan biriydi bu.

mağazanın önünde birikmiş karı 7 dakikada küredi. bir sigara yaktı. yoldan geçenleri izledi: erkek, kadın, yaşlı, genç, yalnız, hızlı yürüyen, soğuğa aldırmayan, müşterisi olmayan simitçi, her neyse.. karısını düşündü (belki de hatırlamadığı rüya yüzünden). son gecelerini. çekirdek çitleyip televizyon izlerken karısının onu izlediğini fark edince tedirgin oluşunu. neden baktığını sorduğunu. "hiç" deyişini. her zaman olduğu gibi yine kendinden önce uyuyan karısının kırmızı kareli yorganın dışında kalmış, siyah, düz, şampuan kokulu saçlarını. kendinden önce uyunmasından nefret ederdi. kimseye söylemedi.

öğlen oğlu kadar yaşlı teybinin radyosundaki kadından intihar etmek için pazar gününü seçenlerle alakalı bir şeyler dinlerken; sucuklu yumurta, tulum peyniri, ekmek ve çayla karnını doyuruyordu. komşu berber dükkanının berberlerinden celal girdi içeri. geveze bir adamdı. "İsmet, zabıtalar da aynı senin gibi giyiniyor lan!" dedi gülerek. lacivert süveterine, açık mavi gömleğine baktı. gülümsemeye çalıştı. bir çay da celale koydu. celal çayını alırken cebinden bir zarf çıkardı: "akşam bizim oğlanın düğünü var söylemiştim, mutlaka bekliyorum!" 

radyodaki kadın suriye'deki iç savaşı anlatıyordu. suriye sınırında askerlik yapan celal anılarını  anlatmaya başladı. ismet'in askerliği 3 hafta sürmüş, şeker hastası olduğu için çürük raporu alıp, bir pazar günü koğuşundan valizini toplayıp, isimlerini bile öğrenemediği 3 haftalık askerlik arkadaşlarıyla vedalaşmadan ayrılmıştı. merdivenlerden inerken ranza arkadaşı osman'la karşılaşmış, kucaklaşmış ve mahcup olmuştu. hayatı beceriksiz ayrılışlar, vedalar, terk edişlerle doluydu. celal'i dinlerken bunları düşündü. celal konuşmasını bir anlık durdurup cebinden mendilini çıkardı. sümkürdü. mendilini açıp sümüğüne baktı. bir kat daha yapıp yine sümkürdü. üstüne bir kat daha yapıp.. her neyse!  

bu sırada radyodaki kadın okullardaki tek tip kıyafet zorunluluğunun kaldırıldığını söyledi. artık herkes istediği kıyafetle okula gidebilecekti. ismet o an iflas ettiğini anladı ama çaktırmadı. çayını tazeledi. celal gittikten sonra bir ayağı kısa olduğu için sürekli sallanan masasının sol tarafındaki çekmeceden defterini çıkardı. sağ eliyle bir şeyler yazdı, bir şeyleri karaladı. aslında solaktı ama ilkokul öğretmeninin ısrarı yüzünden sağ elle yazmayı öğrenmişti. sol eline telefonu alıp kıyafetleri aldığı depoyu aradı. henüz gelmemiş siparişlerini iptal etti. telefondaki kadının yaşını tahmin etmeye çalıştı. maksimum 25'ti.

telefondan sonra kapattı mağazayı. müşteri de yoktu zaten. kendisi için 4 tane daha %100 yün lacivert süveteri siyah desensiz poşete koydu. mevsim kıştı. kar yağıyordu. daha çok yağacaktı. öğle yemeğinden artan yarım ekmeği de alıp evine yürüdü. yürürken hep önüne baktı. oğlunu cevapsız aradı.

akşam celal'in oğlunun düğünündeydi. gittiği bütün düğünlerde olduğu gibi erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla dans etti. yanına 5 dakikalığına oturan celal keyifsizdi (çünkü kız tarafı çok daha kalabalıktı, ayrıca kızın büyük abisinden hak ettiği saygıyı görmediğini düşünüyordu). ismet kavurmalı pilav yedi. kavurma fazla yağlı, garsonlar papyonluydu. şeftali suyunun bir kısmını daha içmeden lacivert süveterine döktü. boynunu  sağa sola çevirdi, ağrısı geçmedi. ucuz düğün salonunun sarı cılız ışıklarının çukur siyahı pencerelerdeki yansımasına baktı. üzgündü. celal'e görünmeden ayrıldı.

apartmanının önünde durdu. karşı kaldırımda soğuktan ellerini ovuşturan zenci işportacıyı izledi. binaya girmedi, yürüdü. çok yürüdü. şehrin bilmediği sokaklarına geldi. uzaktan bir jandarma arabasının mavi ışıklarını gördü. araba yaklaştı, içinden kamuflajları birkaç beden bol 3 genç jandarma indi. birisi ismet'e dalgın dalgın baktı. ismet yolunu değiştirdi. uzakta olmayan bir köpek havladı. tedirgin oldu. ellerini ceplerine soktu. yazıları akmış bir duvar yazısı gördü: "kar yağacak". biraz baktı. bakarken yazının üstüne nefesinin buharı düştü. yürümeye devam etti.

ilk sağdan girdi. büyük bir bina gördü: lacivert otel. 17 dakika sonra otelin 4. katında, caddeye bakan bir odadaydı. perdeyi aralayıp yolun karşısındaki binaların pencerelerine baktı. balkonların birinde beyaz atletli sigara içen bir adam gördü. karısı o gün doğum yaptığı için evde sigara içmeyi bırakmış, kalın bir şeyler giymeye de üşenmiş, balkonda sigarasıyla üşüyordu. ismet lobiye inip biraz oturup etrafına baktı. kimse yoktu. dışarı çıktı. şairler sokağına ismini sevdiği için girdi. çamurlu sokakta kimse yoktu. sokağın bitmesine 3 kapalı dükkan, 1 nöbetçi eczane kala, sağ taraftan bir kadın sesi yükseldi: "merhaba yakışıklı!". ismet sese gitti. uzun çizmelerin bittiği yerde mavi bir paltonun arasından çıkmış çıplak bacaklar başladı. bacaklar 30 yaşlarında kırmızı rujlu, kızarmış gözlü, sarıya boyanmış saçlı bir kadına aitti. "biraz eğlenmek ister misin?" ismet konuşmadı. yoluna adımlarını hızlandırarak devam etti. 2 kere dönüp arkasına baktı. ikisinde de kadınla göz göze geldi. ikincisinde kadın gülümsedi. 

sebebini tam olarak bilmiyorum (belki yalnızlıktandır): 30 dakika sonra ismet tekrar kadının önündeydi. ilk önce yine ağzını açamadı, hızla çarpan kalbi ağzından fırlamasın diye. kadın "kusura bakma, ücreti peşin alıyorum" dedi, lacivert otel'e yürürken. ismet 17 dakika önce atm'den çektiği paranın neredeyse tamamını verdi. kadın ismet'in koluna girdi. ismet rahatsız oldu, dazlak kafası, çirkin yüzü kızardı ama sesini çıkarmadı. otelin önüne gelince ismet durdu. hayır. böyle giremezdi içeri. önce kendisi girecek, kadın dışarıda bekleyip 15 dakika sonra gelecekti. kadın biraz oflayıp kabul etti.

ismet odasına çıkar çıkmaz pişman oldu. kadın zaten parasını almıştı, gelmemesi için dua etti. yine de 15 dakika içinde 3 kere banyo aynasında görünüşünü kontrol etti, odaya göz attı düzgün mü diye. telefon çaldı: "ismet bey misafiriniz var." daha çok pişman oldu ama vazgeçemedi (neden bilmiyorum). bekledi. az sonra topuklu ayakkabı sesleri duyuldu koridordan: tak tak tak. gözleriyle duvarın arkasındaki kadını takip etmeye çalıştı. kadın kapının önünde durdu. "saçını düzeltiyor" diye düşündü. aslında telefonunu kontrol edip, parasını çantasında daha güvenli bir yere koyduğunu bilmiyordu. bilse de fark etmezdi.. her neyse! kapı çaldı. ismet biraz daha bekleyip açtı. boğucu bir parfüm yoğunluğu yüzüne hücum etti. hafif öksürerek karşılık verdi. kadın tüm çarpık sarı dişlerini göstererek güldü: "merhaba sevgilim. beni özledin mi? ha ha ha.." kendini o kadar kötü hissetti ki ağlayan avrupalı mavi gözlü çocuğun portresinin altındaki bordo koltuğa zor oturdu. ağlamak için kadının gitmesini beklemeye karar verdi. sordu: "ne içersin?" kadın "vodka redbull" diye yanıtladı mavi paltosunu çıkarırken. mini bardan kendine de şeftali suyu aldı. bu sefer süveterine dökülmemesine dikkat etti. konuşmadan içtiler."neden hiç konuşmuyorsun?" dedi kadın sarı dişlerini göstrererek. "aklıma bir şey gelmiyor." dedi ismet. sonraki 19 dakikalık sıkıcı rezil konuşmalarını anlatmayacağım.

ismet banyoya gitti, aynada kendini izledi. tam kapanmamış kapıdan bordo koltuğun karşısındaki aynanın yansıması banyonun aynasına düşüyordu. aynalardan göz göze geldiler. garip bir bakışma oldu. kadın aynadan kaybolurken "ben yataktayım!" diye bağırdı. ismet biraz daha kendine bakıp içeri geçti. kadın soyunuyordu: "çıkarsana üstündekileri". ismet "dur acele etme" dedi. kadının yanına oturdu. açık göğüslerine bir kere dayanamayıp baktı. televizyonu açtı. "bir şey yapmayacağız. istersen burada uyu. istersen de gidebilirsin.". yatakta sessizce oturup televizyona baktılar birkaç dakika. kadın çantasına uzanıp telefonunu aldı: "bak giderim o zaman." "sen bilirsin." kadın giyindi. ayrılırken ismet kapıya kadar eşlik etti, tokalaştılar. ismet yatağa döndü. bordo koltuğun üstündeki ağlayan çocuğa baktı. öptüğü bütün kadınları tek tek düşündü. hayır. ağlamadı. çoğunu ne kadar sıradan, bayağı, önemsiz hatta aşağılık bulsa da hepsini tek tek aslında ne kadar çok düşündüğünü fark etti. başka şeyler de düşündü. bir türlü uyuyamadı yatağın sağ tarafında. yakın bir camiden sabah ezanı okunmaya başladı. ezanı sonuna kadar dinledi. evine gitti.

apartmanına yaklaşırken dairesinin ışığının yandığını gördü. asansörü beklemedi. merdivenleri hızlı çıktı. içeri girip her şeyi bıraktığı gibi buldu. ışığı açık unutmuştu. kendini inanılmaz yalnız hissetti. ağrıyan boynunu sağa sola çevirirken evde unuttuğu telefonundaki oğlundan gelen 5 cevapsız aramaya bakıyordu. telefonu kapattı. sabahın 7'sinde yatağa girdi.