29 Ekim 2012 Pazartesi

Cengiz


Cengiz 55 yaşında zayıf, dar omuzlu, büyük burunlu pek dostu olmayan bir adamdı. Erzincan'ın Üzümlü ilçesinde doğmuş, büyümüş ve ölecekti. Uzaktan bir akrabasıyla evlenmişti kesin olarak hatırlamadığı bir yaşta. 8 kız çocuğu vardı.

1976 yılının yağmurlu bir Aralık akşamı evinin önünde 9. çocuğunun doğmasını bekliyordu. Soğuktan kendi nefesini görüyordu. Karısı normal zamanına 15 gün kala fenalaşmış, apar topar komşu kadını ve mahallenin ebesini çağırmışlardı. Kızların en büyüğü Mualla babasının yanındaydı. Su istedi Cengiz kızından. Mualla mutfağa gitti, temiz bardak bulamadı, babasını da bekletmemek için yıkamaya girişmedi. Demir bir tasla getirdi suyu. Su çok soğuktu, Cengiz’in içerken dişleri ağrıdı, yine de içti tamamını. Hayatı boyunca dişlerinden çok çekti.

Yaklaşık yarım saat sonra Ebe evden çıktı. Yüzü ifadesizdi: Allah bağışlasın, nur topu gibi bir kız çocuğu. Fenalaştı Cengiz, bir dakika sonra bayıldı. Hastaneye götürmediler. Ayıldığında karısının yanındaydı. Karısı uyuyor numarası yaptı. O gece hiç konuşmadılar.

Kızlarını çok sevdi ama duygularını pek belli etmezdi. 1978 yılında bir yaz akşamı evinin mutfağında ağlamaya başladı. Ağlama sinir krizine dönüştü. Sonunda bayıldı. Hayatı boyunca toplam 2 kez bayılmıştı. 2.’sinin sebebini kimse öğrenemedi. En küçük kızı Şaziye 19 aylıktı ve o anı her zaman çok iyi hatırladığına yemin etti.  3 yıl  sonra Cengiz öldü. Şaziye babasını genelde birlikte mercimek çorbası içerken hatırladı. Kızların hepsi mercimek çorbasını severlerdi.

Mualla hiç evlenmedi. Diğer kızlar küçük yaşlarda evlendiler. Birkaçı Üzümlü'nün dışında hayatlarına devam etti. Şaziye Almanya'da öldü, kardeşlerin içinde en güzeliydi. Diğerleri gibi o da mutsuz bir yaşam sürdü.

14 Ekim 2012 Pazar

7 Şubat 2012 Salı

“Uçaktaki küçük kız/Bebeğinin başını çeviren/Bana baksın diye.”

Bekleme salonunda benden başka genç bir anne ve küçük çocuğu, iki orta yaşlı kadın vardı. Hemşireler girip çıkıyordu sürekli. Çocuk ordan oraya koştu durdu. Anne biraz tedirgindi. Çocuğuna gözden kaybolmayı yasakladı. Çocuk koşarak geldi kadının bacaklarına sarıldı. Kafasını kaldırıp baktı ki sarıldığı bacaklar annesinin değil. Çok utandı. Salondaki herkes -ben dahil- güldü.

Annesinin yanına koşup “Anne ben mi hastayım.” diye sordu. “Hayır Necati ben hastayım, seni görebileceğim yerlerde oyna yoksa uf olursun bak!” Annesini dinlemedi biraz daha koştu.

Hemşirelerden biri kucağına alıp, yanımdaki koltuğa oturttu. Karşımızdaki televizyonda bir çizgi film kanalı bulup sesi açtı. Anlaşılacak kadar değil, sadece bir uğultu duyuluyordu.

“Kaç yaşındasın Necati?” dedim, gözlerini televizyondan ayırmadı. Cevap vermedi. “Bence en az on beş yaşındasın.” dedim. Kafasını sağa sola salladı. “Kaç yaşındasın o zaman?” Parmaklarına baktı, önce 5 yaptı, sonra 3 yaptı, emin olamadı 4 yaptı, tekrar 3’e döndü. “3 yaşında mısın?” dedim. Kafasını aşağı yukarı salladı. Heralde tüm gün boyunca gördüğüm en yakışıklı adam olduğunu söyledim. Yine gözlerini televizyondan ayırmadan teşekkür etti.

Hemşire geldi. “Necati Bey sizin sıranız.” dedi. Gözlerini televizyondan ayırıp “Ben Necati Bey değilim” dedi küçük adaşım. Güldüm. Hemşire tekrarladı. “Necati Bey sıra sizde.” “Ben Necati Bey değilim.” diye bağırdı. “Sakin ol dostum.” dedim. “Ben hallederim.” Hemşirenin yanına gittim, birlikte doktorun odasına girdik.

Gökyüzü gri, havalar soğuk, haziran uzak, hastane kötü kokuyordu. Kalın giyiniyorduk. Masada kocaman Doktor Müge yazıyordu. Dışarda hıçkırarak ağlayan bir kadın vardı. Önemsemedim. Doktor Müge de önemsemedi. Gözlüğünü takıp bir sürü soru sordu. Hepsini cevapladım yüzüne bakmadan. “Sol kulağınız duymuyor Necati Bey” dedi. “Biliyorum.” dedim.