27 Ocak 2013 Pazar

65 AG Ş293

2 saattir ayakta duruyorum. 1 saatim daha var. güneşli ama soğuk bir kış günü. güneş ışınları yüzümde, gözlerimi kırpıştırıyorum. soğuk bir rüzgar var. yalova'nın armutlu ilçesinde iskeleye yakın bir tepecikten marmara denizi'ne bakıyorum. denize hiç bu kadar uzun bakmamıştım. içi su dolu kocaman bi çukur. sol tarafımda tümüyle yeşil kısmen ağaçlı tepecikler, eteklerinde birbirine sokulmuş küçük kasaba evleri, evlerin arasından uzanmış ince bir minare var. sağ tarafımda sadece çalılar, çalılar arasında kıvrımlı bir  asfalt yol.

denizden yansıyan parlak güneş gözümü alıyor, yüzümü kırıştırıyorum. dalgaların sesini de artık duymuyorum.

iki genç kız köy tarafından gelip önümden geçerken ürkek ürkek bakıyorlar. biraz ilerde durup konuşup gülüşüyorlar. diğer tarafa dönüyorum. 10 yaşlarında terlikli kel bir çocuk koşarak yaklaşıyor. üstünde marshall boya reklamlı galatasaray forması. aynısından benim de vardı. "hişt çocuk" diyorum. beni göremiyor önce. ağzı açık burnu sümüklü etrafına bakıyor. sonra kafasını kaldırıp "efendim asker abi" diyor içinde olduğum nöbet kulübesine bakarak. "sneijder geldi mi la" diye soruyorum. "yarın geliyor abi, bütün camia heyecanla bekliyoruz" diyor, koşarak uzaklaşıyor.

biraz daha bakıyorum denize. güneşin önüne gri bir bulut parçası geçmiş. sağ tarafımdaki iki genç kız birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. biraz bakıyorum. beyaz atkılı kısa boylu olan bir dizini kırıp yan bakarak poz veriyor. diğerinin sırası gelince baş parmaklarını ceplerine sokup, diğer parmakları dışarda bırakıyor. dakikalarca fotoğraf çekiyorlar. bir kaç karede benim de kadrajda olduğum hissine kapılıyorum. "pardon" diyorum, bakıyorlar. "bi bakar mısınız acaba?" diyorum, yaklaşıyorlar. ürkek ve utangaçlar. "fotoğrafların birkaçında ben de çıktım sanırım, e-mail adresimi versem benim bulunduklarımdan bir-ikisini yollar mısınız?" birbirlerine bakıp gülüyorlar. sadece benim fotoğrafımı çekip de gönderebileceklerini söylüyorlar. böylesini daha anlamlı bulduğumu söylüyorum. e-mail adresimi telefonlarına kaydedip uzaklaşıyorlar. arkalarından bakıyorum.

biraz daha bakıyorum denize. uzakta küçük siyah bir nokta. sanırım bir balıkçı sandalı. omzuma bir el dokunuyor. dönüyorum. raşit gülümseyerek "dalmışsın" diyor. gülümseyince gözleri kapanıyor. çinliler gibi. sevgilisi çinliymiş bu arada. neyse. şarjörü çıkarıyorum. kurma kolu 2 kere çekip sertçe bırakıyorum. emniyeti açıp tetik düşürüp emniyeti kapatıyorum. nöbeti bitirip vukuatsız raşit'e devrediyorum.

akşam yemeği içtimaında komutan biz hayalperest ve yediklerine dikkat etmeyen askerlerin firar etmediğine emin olmak için sayı alırken raşit'in telefonu cebinde gürültülü titriyor. komutan fark etmesin diye "BİR MARUZATIM VAR ARZ EDEBİLİR MİYİM KOMUTANIM?" diye bağırıyorum. aramızda bağırarak konuşuyoruz. telefonun sesini bastırıyorum. raşit rahatlıyor. komutan bana bakıyor. bir aydır çarşıya çıkmadığımızı yarın acaba çarşı izni olup olmadığını soruyorum. her şeyin yeri ve zamanı olduğunu belirtip susmamı emrediyor. "EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!"

akşam yemeği sırasında raşit'le tabldotlar elimizde aşçı ademe bakıyoru. adem her zamanki gibi gülümseyerek dağıtıyor yemekleri. raşit, adem'in deli olduğunu belki de çürüğe ayrılacağını söylüyor. çorbamı köftemi alırken ben de gülümsüyorum ademe elimde olmadan. çorba yanmış, köfte de pişmemiş. ikisini de yiyemiyorum.

yemekten sonra er gazinosunda raşit'le ali kırca'ya bakıyoruz. ali kırca üzgün gözüküyor. birand'ı anlatıyor. raşit "duygu yüklü konuşmalar sadece tasasız, boş insanları etkiler. birand'ın ailesine çok yavan içi boş geliyordur bu konuşma muhtemelen. mululuğu ya da mutsuzluğu en iyi anlatma yolu sessizliktir.." diye bir şeyler anlatıyor. ali kırca'ya bakarak "bence ağlayacak" diyorum. "hayır ağlamaz" diyor. iddiaya giriyoruz. kanalı değiştiriyorlar ali kırca ağlamadan. çayları ben ısmarlıyorum. tanesi 10 kuruş.

kazan dairesine apo'nun yanına iniyoruz raşit'le. apo yalova merkez'de gece çavuşuymuş eskiden. sevdiği kızı başkasıyla evlendirecekler diye firar etmiş. kızı kaçırmış. evlenmişler. kızın ailesiyle önce kavga edip, sonra ilişkileri düzeltmiş. yalova'ya dönüp teslim olmuş. bunları 5 gün içinde yapmış. henüz 20 yaşında. yalova merkez'den armutlu'ya gönderilmiş. burda da kalorifer dairesinde gece nöbetçisi. askere gelmeden önce de bir inşaatta gece bekçiliği yapmış. genelde gece yani. raşit'le telefonlarımızı gece apo'ya bırakıyoruz. sağolsun şarj edip sabah veriyor.

apo kalorifer kazanından közlenmiş patates çıkarıyor. birlikte yiyoruz. aşırı lezzetli. kantinden gazoz da almıştık. radyoda ahmet kaya çalıyor. "sivilde ne iş yapıyorsun hocam? bir mesleğin var mı?" diye soruyor apo. üniversite mezunu oldukları için kısa dönem askerlere hep hocam diyor. "mesleğim yok hocam. tek zanaatım, elimden gelen tek şey geçmişi yad etmek, özlemek." diyorum. raşit "baudelaire gibi diyosun yani hocam ha ha ha" diye gülüyor. apo "baudelaire kim hocam" diye soruyor. raşit "19. yüzyılda yaşamış bir fransız şair. zevk düşkünü. frengiden öldü." diyor. "yalnız bir adamdı. ailesi çok zengin olmasına rağmen sefalet içinde yaşadı. ayrıca annesinin dizinde ağlayarak öldü." diyorum.

apo'dan ayrılıp koğuşa çıkıyoruz. adem'le mehmet yatsı namazını kılıyorlar. farza yetişiyorum. mehmet aslında baş aşçı. adem yardımcısı. mehmet yüz felci geçirdiğinden 10 gün istirahat aldı. konuşurken yüzü bir yana kayıyor. belki de bu yüzden mecbur kalmadıkça konuşmuyor. "allah kabul etsin" diyorum. adem gülümsüyor. yüzü tıraşlı ama yanakları boynu kıl içinde. mehmet gözünü kapatıp başını eğiyor.

rüyamda sokakta yürüdüğümü görüyorum. çişim geliyor. üşenerek yatakta doğruluyorum. koğuş karanlık. saatim çalındığı ve cep telefonum kazan dairesinde olduğu için saati öğrenemiyorum. tuvalete doğru yürüyorum. uzaktan mutfağın ışığını görüyorum. mutfağa gidiyorum. içerde yeni yıkanmış boyum kadar yemek kazanları arasında yere çökmüş, dizlerini karnına çekmiş, ellerini birbirine bağlamış ademi görüyorum. hıçkırarak ağlıyor. geldiğimi fark etmiyor. "adem" diyorum, duymuyor. ne yapacağımı bilemediğimden ısrar etmiyorum. tuvalete gidiyorum. saati öğrenmeden yatağıam dönüyorum. horlayanların sayısı artmış.

uykuya dalarken adem'i düşünüyorum. köfteyi az pişiriyor, çorbayı yakıyor, baş aşçıyla namaz kılıyor, her gün traş oluyor, yanağındaki kılları önemsemiyor, deli olduğunu söylüyorlar, gizli gizli mutfakta kazanların arasında ağlıyor ama genelde gülümsüyor.

uyandığımda rüyamı çok net hatırlıyorum. kamuflajı giyip tıraş olurken unutuyorum. adem'e bakıyorum. göremiyorum. mutfağa gidiyorum. orda da yok. kazanların arkasındaki duvarda bir yazı görüyorum, ayakkabı boyasıyla yazılmış, ne zaman yazıldığı belli değil: 65 AG Ş293 (anlamı: van - adem güçlü - şafak 293).

sabah içtimaında bölük komutanının çarşı izni verdiğini söylüyorlar. ayrıca devriye timleri açıklanıyor. 2 gün sonra adem ve raşit'le birlikte fıstıklı köyü'ne gece önleyici kolluk devriyesine çıkıyorum. iyi haber.

çarşıya çıkıyoruz toplam 10 asker. bir aydır çarşı iznini bekliyoruz. 1 saat sonra yapacak bir şey bulamayıp sıkılıyoruz. internet kafeye gidiyorum. 6 asker görüyorum. benle birlikte 7. e-mail'lerimi kontrol ediyorum birsürü promosyon e-mail'i arasında bir arkadaştan gelen mail sevindiriyor. ayrıca içinde 2 fotoğraflı yazısız bir mail görüyorum. fotoğrafları açıyorum. beyaz atklı kısa boylu bir kız var fotoğrafın ortasında. yan durmuş, bir dizini kırmış. sağ tarafta marmara denizi sol üst köşede nöbet kulübesi içinde yeşil bere kahverengi kamuflaj ve çapraz tüfekle ben. diğer fotoğrafta elleri ceplerinde erkeksi bir pozla uzun boylu bir kız sağ köşede marmara denizi ve sol köşede yine ben. gülüyorum. bir askerle göz göze geliyorum gülerken, susup tekrar ekrana dönüyorum. fotoğrafları buraya koymayı düşünüyorum, sonra vaz geçiyorum. 25 dakika sonra yapacak bir şey kalmıyor. 3 saatim daha var. çocuklarla counter oynuyorum biraz. assault kuralım diyorum, onlar pool day istiyolar. sonra benle oynamak istemiyorlar. oturuyorum bunları yazıyorum. internet cafe'de kulaklıklar hep bozuk.

3 yorum:

  1. vayy bee askerlik zor ahmet abi inş. çabuk dönersin :/

    YanıtlaSil
  2. Bugün pazar.
    Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
    Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
    bu kadar benden uzak                         
    bu kadar mavi                          
    bu kadar geniş olduğuna şaşarak                                       kımıldanmadan durdum.

    Sonra saygıyla toprağa oturdum,
    dayadım sırtımı duvara.
    Bu anda ne düşmek dalgalara,
    bu anda ne hürriyet, ne karım.
    Toprak, güneş ve ben...
    Bahtiyarım...

    Nazım

    YanıtlaSil