24 Aralık 2010 Cuma
23 Aralık 2010 Perşembe
..ve hipopotamlar tanklarında haşlandılar. İyi geceler.
Bugün fark ettim de şu hayatta tek bir arkadaşım bile yokmuş. Telefon açıp höyküre höyküre ağlayacağım, omzuna burnumu sileceğim kimse yok. Şimdi, çok rica etsem, hepiniz bi siktirip gider misiniz? Teşekkürler.
7 Kasım 2010 Pazar
Kafamı kaşıdım, kaşınmamıştı halbuki.
10 Eylül 2010, Cuma
Aylaklık yaptım, eve doğru yürüdüm. Kulağımda Mazhar Alanson. 2 kadın karşı taraftan geliyorlar. 25-30 yaşlarında varlar. Kadınlara baktım ifadesiz. Onlar da bana baktı ifadesiz. Yürüdük birbirimize doğru. Gözlerimi hiç kaçırmadım. Soldaki kadın da kaçırmadı. Birbirimize bakarak yürüdük. Yaklaşınca ben durdum. Hafif gülümsedim. Hala bakıyorum. Napıyorum lan? Onlar biraz daha yürüdü, burun buruna geldik, durdular. Mazhar’ı susturdum, “biraz bekle kanka” dedim, kulaklığı çıkardım. Soldaki:
- Baksana, biz şimdi çarşıya nasıl gidecez?
- Bilmem.
- Buralı değil misin?
- Değilim.
- Nerdensin?
- Neden soruyosun?
- Merak ettim.
Güldüm. Güldüler. Sessiz kaldım 1-2 saniye:
- Diyalog yazamıyorum da onu düşünüyordum, kafamı toparlayamadım birden.
- Pardon?
- Diyalog yazamıyorum, diyorum. Bir şeyler anlatabiliyorum ama.
- Ne alakası var şimdi, ne diyosun?
- Meraklısın diye anlatıyorum. Normalde de çok konuşmam, o yüzden mi yazamıyorum acaba?
- Olabilir.
- Bence alakası yok, insan yapmadığı olmadığı şeyleri de yazabiliyor. Düpedüz yeteneksizlik bu.
- Herkes yazacak diye bir şey yok üzülme.
- Üzülüyorum. Murat Kekilli’ye de üzülüyorum.
- N’olmuş Murat Kekilli’ye?
- Bu akşam ölürüm’le meşhur olmuştu, bir daha duymadık, üzülüyorum ben böyle insanlara, karşılaşsak göz göze gelemem mesela, suçlu hissederim, sanki benim yüzümden tutunamamış gibi, bana noluyosa, Atilla Taş da öyle. Ham çökelek.
- Takma kafana yahu, tek derdin bu olsun. Ham çökelek, ahahahaha.
Sağdakine döndüm:
- Sen niye hiç konuşmuyosun?
- Ben de çok konuşmam.
- Yazabiliyo musun peki?
- Ne yazabiliyo muyum?
- Diyalog.
- Neden soruyosun?
- Merak ediyorum.
- Ahahaha, bilmem hiç denemedim.
- Denesene bir ara, sonra bana haber ver ama.
Çok çirkin güldü. Tekrar soldakine döndüm:
- İkiniz nerden buldunuz birbirinizi, kardeş misiniz yoksa?
- Amma abarttın sen de, baya samimi olduk ayak üstü, çarşıya gitmemiz lazım bizim, zamanımız yok.
Kırıldım:
- Sen başlattın, hatırlatırım, kırıcı oluyosun, kalbine dirsek atarım.
- Ahahaha, kafiyeli oldu, şair misin?
- İstiyorum ama kadro açılmıyor, bi şair tanıdığım da yok ki, torpil yapsın, yanına aldırsın.
- Hayırlısı olsun.
- Sağol.
- Görüşürüz o zaman.
- Görüşürüz tabi.
Gittiler, yürüdüm, kulaklığımı tekrar taktım, 2 kere dönüp arkama baktım, ağzıma bi sakız attım, canım sıkıldı, kafamı kaşıdım, kaşınmamıştı halbuki, etrafıma baktım, bi iş lazım, bi şeyler yapmak lazım.
Aylaklık yaptım, eve doğru yürüdüm. Kulağımda Mazhar Alanson. 2 kadın karşı taraftan geliyorlar. 25-30 yaşlarında varlar. Kadınlara baktım ifadesiz. Onlar da bana baktı ifadesiz. Yürüdük birbirimize doğru. Gözlerimi hiç kaçırmadım. Soldaki kadın da kaçırmadı. Birbirimize bakarak yürüdük. Yaklaşınca ben durdum. Hafif gülümsedim. Hala bakıyorum. Napıyorum lan? Onlar biraz daha yürüdü, burun buruna geldik, durdular. Mazhar’ı susturdum, “biraz bekle kanka” dedim, kulaklığı çıkardım. Soldaki:
- Baksana, biz şimdi çarşıya nasıl gidecez?
- Bilmem.
- Buralı değil misin?
- Değilim.
- Nerdensin?
- Neden soruyosun?
- Merak ettim.
Güldüm. Güldüler. Sessiz kaldım 1-2 saniye:
- Diyalog yazamıyorum da onu düşünüyordum, kafamı toparlayamadım birden.
- Pardon?
- Diyalog yazamıyorum, diyorum. Bir şeyler anlatabiliyorum ama.
- Ne alakası var şimdi, ne diyosun?
- Meraklısın diye anlatıyorum. Normalde de çok konuşmam, o yüzden mi yazamıyorum acaba?
- Olabilir.
- Bence alakası yok, insan yapmadığı olmadığı şeyleri de yazabiliyor. Düpedüz yeteneksizlik bu.
- Herkes yazacak diye bir şey yok üzülme.
- Üzülüyorum. Murat Kekilli’ye de üzülüyorum.
- N’olmuş Murat Kekilli’ye?
- Bu akşam ölürüm’le meşhur olmuştu, bir daha duymadık, üzülüyorum ben böyle insanlara, karşılaşsak göz göze gelemem mesela, suçlu hissederim, sanki benim yüzümden tutunamamış gibi, bana noluyosa, Atilla Taş da öyle. Ham çökelek.
- Takma kafana yahu, tek derdin bu olsun. Ham çökelek, ahahahaha.
Sağdakine döndüm:
- Sen niye hiç konuşmuyosun?
- Ben de çok konuşmam.
- Yazabiliyo musun peki?
- Ne yazabiliyo muyum?
- Diyalog.
- Neden soruyosun?
- Merak ediyorum.
- Ahahaha, bilmem hiç denemedim.
- Denesene bir ara, sonra bana haber ver ama.
Çok çirkin güldü. Tekrar soldakine döndüm:
- İkiniz nerden buldunuz birbirinizi, kardeş misiniz yoksa?
- Amma abarttın sen de, baya samimi olduk ayak üstü, çarşıya gitmemiz lazım bizim, zamanımız yok.
Kırıldım:
- Sen başlattın, hatırlatırım, kırıcı oluyosun, kalbine dirsek atarım.
- Ahahaha, kafiyeli oldu, şair misin?
- İstiyorum ama kadro açılmıyor, bi şair tanıdığım da yok ki, torpil yapsın, yanına aldırsın.
- Hayırlısı olsun.
- Sağol.
- Görüşürüz o zaman.
- Görüşürüz tabi.
Gittiler, yürüdüm, kulaklığımı tekrar taktım, 2 kere dönüp arkama baktım, ağzıma bi sakız attım, canım sıkıldı, kafamı kaşıdım, kaşınmamıştı halbuki, etrafıma baktım, bi iş lazım, bi şeyler yapmak lazım.
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Vasiyet olabilir!!
Sevgili Ada,
Aklıma yeni fikirler gelince notlar alıyorum. Bazen bir fikir geliyor mesela, çok heyecanlanıyorum, süper bir fikirmiş gibi geliyor bana o an, uyumak üzereysem bile hemen kalkıp, deftere, telefona ya da bilgisayara yazıyorum.
Ara sıra yazdığım şeylere bir göz atıyorum. Çoğunu beğenmiyorum. Süpermiş gibi gelen aradan zaman geçince çok tırt geliyor. Hatta bazıları o kadar aptal geliyor ki, bizzat kendimden utanıyorum. Yazıyı yazdığım zamanki ben, şimdiki ben'den utanıyor. Ya da şimdi ki ben, yazıyı yazdığım zamanki ben'i küçümsüyor, acıyor.
Bazen düşünüyorum da, hayattaki en mahrem varlığım aldığım notlar olabilir, kimselerle paylaşmam, paylaşamam. (Olmayabilir de bilemiyorum, gün ağarıyor, çok net düşünemiyorum.)
Yine karıştırıyorum notlarımı, arada "peh" diyorum, gülümsüyorum, kızarıyorum kendi kendime falan neyse, bir baktım bir yere baya büyükçe, "Vasiyet olabilir!!" yazmışım.
Sevgili Ada, düşündüm, çok düşündüm.
Gerçekten tüm gücümle düşündüm.
Düşünmekten sinirlerim bozuldu. Güldüm, bağırdım. Kafamı yastığa gömüp nefesimi tutup zihnimi toplamaya çalıştım.
Neden yazdığım hakkında hiç bir fikrim yoktu. "Vasiyet olabilir!!". Aklımda hiçbir şey canlanmadı. Ne demek istedim acaba. Notu alırken böyle yazarsam hatırlarım diye düşünmüşüm demek ki. Ama hatırlayamadım. Hikaye fikri miydi, senaryo fikri miydi, okuduğum ya da izlediğim bir şey miydi, bilmiyorum.
Bu dert beni öldürecek, yardım et.
Öperim.
Necati
Aklıma yeni fikirler gelince notlar alıyorum. Bazen bir fikir geliyor mesela, çok heyecanlanıyorum, süper bir fikirmiş gibi geliyor bana o an, uyumak üzereysem bile hemen kalkıp, deftere, telefona ya da bilgisayara yazıyorum.
Ara sıra yazdığım şeylere bir göz atıyorum. Çoğunu beğenmiyorum. Süpermiş gibi gelen aradan zaman geçince çok tırt geliyor. Hatta bazıları o kadar aptal geliyor ki, bizzat kendimden utanıyorum. Yazıyı yazdığım zamanki ben, şimdiki ben'den utanıyor. Ya da şimdi ki ben, yazıyı yazdığım zamanki ben'i küçümsüyor, acıyor.
Bazen düşünüyorum da, hayattaki en mahrem varlığım aldığım notlar olabilir, kimselerle paylaşmam, paylaşamam. (Olmayabilir de bilemiyorum, gün ağarıyor, çok net düşünemiyorum.)
Yine karıştırıyorum notlarımı, arada "peh" diyorum, gülümsüyorum, kızarıyorum kendi kendime falan neyse, bir baktım bir yere baya büyükçe, "Vasiyet olabilir!!" yazmışım.
Sevgili Ada, düşündüm, çok düşündüm.
Gerçekten tüm gücümle düşündüm.
Düşünmekten sinirlerim bozuldu. Güldüm, bağırdım. Kafamı yastığa gömüp nefesimi tutup zihnimi toplamaya çalıştım.
Neden yazdığım hakkında hiç bir fikrim yoktu. "Vasiyet olabilir!!". Aklımda hiçbir şey canlanmadı. Ne demek istedim acaba. Notu alırken böyle yazarsam hatırlarım diye düşünmüşüm demek ki. Ama hatırlayamadım. Hikaye fikri miydi, senaryo fikri miydi, okuduğum ya da izlediğim bir şey miydi, bilmiyorum.
Bu dert beni öldürecek, yardım et.
Öperim.
Necati
5 Ağustos 2010 Perşembe
mezun oldum ben.
Diplomamı aldım, oturdum inceledim, sade ve hoş bir diploma, her kelimesini beş kere okudum, okudukça daha çok üzüldüm, yanımdaki kız da daha çok terledi, “of çok sıcak” dedi. Kafamı kaldırdım, terden tişörtü sırılsıklamdı, göz göze geldik, gözünü kaçırdı. Diplomama döndüm, ismimin üzerinde 2 ter damlası buldum, “çok koştuk çok yorulduk” dedim. Ağlamak istedim, gözlerim doldu, ağlayamadım.
Kız terlemese ağlardım.
Terleyen kız olmasa ağlardım.
Sonra birden içeri Holden Caulfield girdi.
“Aa” dedim, “Naber kanka, bak diplomamı..”
“Siktir lan” vurdu elime, diploma düştü. “Koşmadın ki adam gibi, keşke koşsaydın, koşsaydık... Bir de romantizm yapıyo pezevenk, çok koşmuş çok yorulmuş!”
“Ayıp oluyo, ağzını bozma, ben küfrediyo muyum?”
“Sıs lan! Ter damlamış da ağlamak istemiş, diploma aldın ya, illa bi artislik yapcan, sen ne zaman adam olcan lan?”
Çok ağrıma gitti, çirkefleştim. “Kanka, burnunda sümük var!”
Kız terlemese ağlardım.
Terleyen kız olmasa ağlardım.
Sonra birden içeri Holden Caulfield girdi.
“Aa” dedim, “Naber kanka, bak diplomamı..”
“Siktir lan” vurdu elime, diploma düştü. “Koşmadın ki adam gibi, keşke koşsaydın, koşsaydık... Bir de romantizm yapıyo pezevenk, çok koşmuş çok yorulmuş!”
“Ayıp oluyo, ağzını bozma, ben küfrediyo muyum?”
“Sıs lan! Ter damlamış da ağlamak istemiş, diploma aldın ya, illa bi artislik yapcan, sen ne zaman adam olcan lan?”
Çok ağrıma gitti, çirkefleştim. “Kanka, burnunda sümük var!”
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Seyahat Notları - Anadolu’da bir yer - 1
15- 19 Temmuz
• Gezi süresince şahit olduğum en etkileyici diyalog (x: 6-7 yaşında bir erkek çocuğu, y: 30’lu yaşlarındaki babası.)
X: Bilgisayar mühendisi kaç para alır ki?
Y: 1 Milyar alır en az.
X: 1 Milyara motor alınır mı?
Y: Alınır
X: En çok parayı kim alır?
Y: Doktor.
X: Kaç para alır?
Y: 2 Milyar alır.
X: Ben doktor olacam o zaman.
• Son zamanlarda yalnızken en çok düşündüklerim: Varoluşçuluk, Sartre, ”Cehennem başkalarıdır”, 3 artı 1 ev.
• Şirin bir ege sahafından iki kitap aldım: Bulantı (Sartre) ve Yabancı (Camus). Dükkanı çok sevdim, geçkin yaşlarımda ben de böyle bir yer açsam, şair-yazar insanlardan da çevre yapsam diye fanteziler kurdum.
• Çirkin kızlar! Bence cenneti hak ediyorsunuz.
• Zengin kızlar neden hep güzel? Ya da varlıklı ailelerin çirkin kızları hep evde mi oturuyorlar, ben göremiyorum onları hiç. Birisi bana anlatsın bu durumu, çay içelim konuşalım.
• Otel odalarında televizyon izlemeye bayılıyorum.
• Baudelaire de kim ola ki?
• “Cehennem başkalarıdır.” Deyince aklıma şu gelmişti: “Başkaları” diye bir kavramın olması cehennemdir. Yani, ben olmadan da dost meclislerinde hoş sohbetlerin dönmesi, dünya kupasının olması, İspanya’nın kupayı alması, gemilerin, otobüslerin seferlerine devam etmesi, savaşlar çıkması, barışlar olması, devletlerin yıkılıp, yenilerinin kurulması, yeni şarkılar yazılması, yeni filmler yapılması... Şimdi ölsem ya da 30 yıl sonra ölsem bütün bunlarda bir değişiklik olmayacak. Dünya, insanlık, “başkaları” bana karşı sınırsız bir kayıtsızlık içinde. Bence bu cehennem işte. Lakin, yanlış anlamışım, Sartre “Ben öyle demek istemedim aga.” Diyor.
• Hiç tanımadığın çok güzel bir kızla nasıl muhabbet açarsın? Bence bu, modern erkeğin şu fani dünyadaki en büyük problemi, ciddiyim. Ben kahvemi yudumlayıp, bu satırları yazmadan 30 dk önce, başıma çok dramatik bir olay geldi, hala etkisindeyim: Bulunduğumuz mekanda, uzaklara baka baka dondurmasını yiyen çok güzel (9.5/10) bir kız vardı (Alev diyelim). Alev’in çaprazında genç, hormonları coşkun, tez canlı 4 delikanlı vardı. Bu delikanlılardan biri (Necati diyelim) Alev’e doğru salına salına yürümeye başladı. Yürürken de 2 kere arkadaşlarına dönüp garip mimiklerle nasıl bir duygu patlaması yaşadığını belli etti. Arkadaşları da alkışlar gibi yaparak her zaman Necati’nin arkasında olduklarını gösterdiler. Necati masaya ulaştı, dondurmasını yerken çok seksi görünen Alev’e, “Afedersiniz, birini mi bekliyorsunuz?” dedi. Kız “Ay em sori, ay dont spiik törkiş” dedi. Necati birden bilincini kaybetti, hazırlıksız yakalanmıştı, çok ani olmuştu, ingilizceye geçemedi bir türlü, tek heceli sesler çıkararak (ağzından) durdu bir süre. Halbuki bir eliyle de sandalyeyi tutup masaya oturmaya hazırlamıştı kendini. Hayat işte.. bazen vurur kafana bir tuğlayla, bazen de vurmaz. Neyse, Jennifer (Alev demeyelim artık), gülümsedi Necati’ye. Acıdığından olsa gerek, gerçi sempati de duymuş olabilir, zira bu iki duygu çok iç içedir, dışardan ayırt edilmesi çok güçtür bazen. Gülümsemeyi gören tez canlı Necati, yeni bir hamle için gereken özgüvenin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu farketmiş olacak ki, abartılı el hareketleri ve bağırarak kurduğu başarılı simple present tense leriyle yeniden cazibe merkeziyle iletişmeye çalıştı. Dışardan rezil görünüyordu, Jeniffer da gülümsemiyordu artık. Garsonların, dilenmeye gelmiş spastik özürlü biri sanıp Necati’yi kovacaklarını düşündüm, etrafıma baktım, görünürde garson yok. Bu hüzünlü sahneyi bir an önce bitirmek için üstüme düşeni yapmalıydım, daha güzel bir dünya için bu gerekliydi. Düşündüm. Yolun kenarında selpak satan 5-6 yaşında bir çocuk vardı, para verip, “pipini aç şurdaki spastik abiye doğru koş, bacağına sarıl.” Demeyi düşündüm, ama vazgeçtim, durum çok daha karmaşık bir hal alabilirdi. “Bomba vaar.” Diye bağırıp kaçsam mı diye düşündüm, bu da gereksiz sonuçlar doğurabilirdi. En son, Necati’nin kolundan tutup karşıma oturtup, “Güzel kardeşim derdin ne, napıyosun, hayat çok mu acımasız, beraber ağlayalım mı?” demeyi düşünüyordum ki, arkadaşları gelip Necati’yi götürdüler. Necati ayrldıktan sonra bir şişe soğuk suyu bir dikişte bitirdim, derin nefesler aldım, sonra fark ettim ki, Jennifer beni kesiyor, hem de çok pis kesiyor, bir şeyler yapmalıydım. Yaptım da! Sonra anlatacağım...
• Gezi süresince şahit olduğum en etkileyici diyalog (x: 6-7 yaşında bir erkek çocuğu, y: 30’lu yaşlarındaki babası.)
X: Bilgisayar mühendisi kaç para alır ki?
Y: 1 Milyar alır en az.
X: 1 Milyara motor alınır mı?
Y: Alınır
X: En çok parayı kim alır?
Y: Doktor.
X: Kaç para alır?
Y: 2 Milyar alır.
X: Ben doktor olacam o zaman.
• Son zamanlarda yalnızken en çok düşündüklerim: Varoluşçuluk, Sartre, ”Cehennem başkalarıdır”, 3 artı 1 ev.
• Şirin bir ege sahafından iki kitap aldım: Bulantı (Sartre) ve Yabancı (Camus). Dükkanı çok sevdim, geçkin yaşlarımda ben de böyle bir yer açsam, şair-yazar insanlardan da çevre yapsam diye fanteziler kurdum.
• Çirkin kızlar! Bence cenneti hak ediyorsunuz.
• Zengin kızlar neden hep güzel? Ya da varlıklı ailelerin çirkin kızları hep evde mi oturuyorlar, ben göremiyorum onları hiç. Birisi bana anlatsın bu durumu, çay içelim konuşalım.
• Otel odalarında televizyon izlemeye bayılıyorum.
• Baudelaire de kim ola ki?
• “Cehennem başkalarıdır.” Deyince aklıma şu gelmişti: “Başkaları” diye bir kavramın olması cehennemdir. Yani, ben olmadan da dost meclislerinde hoş sohbetlerin dönmesi, dünya kupasının olması, İspanya’nın kupayı alması, gemilerin, otobüslerin seferlerine devam etmesi, savaşlar çıkması, barışlar olması, devletlerin yıkılıp, yenilerinin kurulması, yeni şarkılar yazılması, yeni filmler yapılması... Şimdi ölsem ya da 30 yıl sonra ölsem bütün bunlarda bir değişiklik olmayacak. Dünya, insanlık, “başkaları” bana karşı sınırsız bir kayıtsızlık içinde. Bence bu cehennem işte. Lakin, yanlış anlamışım, Sartre “Ben öyle demek istemedim aga.” Diyor.
• Hiç tanımadığın çok güzel bir kızla nasıl muhabbet açarsın? Bence bu, modern erkeğin şu fani dünyadaki en büyük problemi, ciddiyim. Ben kahvemi yudumlayıp, bu satırları yazmadan 30 dk önce, başıma çok dramatik bir olay geldi, hala etkisindeyim: Bulunduğumuz mekanda, uzaklara baka baka dondurmasını yiyen çok güzel (9.5/10) bir kız vardı (Alev diyelim). Alev’in çaprazında genç, hormonları coşkun, tez canlı 4 delikanlı vardı. Bu delikanlılardan biri (Necati diyelim) Alev’e doğru salına salına yürümeye başladı. Yürürken de 2 kere arkadaşlarına dönüp garip mimiklerle nasıl bir duygu patlaması yaşadığını belli etti. Arkadaşları da alkışlar gibi yaparak her zaman Necati’nin arkasında olduklarını gösterdiler. Necati masaya ulaştı, dondurmasını yerken çok seksi görünen Alev’e, “Afedersiniz, birini mi bekliyorsunuz?” dedi. Kız “Ay em sori, ay dont spiik törkiş” dedi. Necati birden bilincini kaybetti, hazırlıksız yakalanmıştı, çok ani olmuştu, ingilizceye geçemedi bir türlü, tek heceli sesler çıkararak (ağzından) durdu bir süre. Halbuki bir eliyle de sandalyeyi tutup masaya oturmaya hazırlamıştı kendini. Hayat işte.. bazen vurur kafana bir tuğlayla, bazen de vurmaz. Neyse, Jennifer (Alev demeyelim artık), gülümsedi Necati’ye. Acıdığından olsa gerek, gerçi sempati de duymuş olabilir, zira bu iki duygu çok iç içedir, dışardan ayırt edilmesi çok güçtür bazen. Gülümsemeyi gören tez canlı Necati, yeni bir hamle için gereken özgüvenin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu farketmiş olacak ki, abartılı el hareketleri ve bağırarak kurduğu başarılı simple present tense leriyle yeniden cazibe merkeziyle iletişmeye çalıştı. Dışardan rezil görünüyordu, Jeniffer da gülümsemiyordu artık. Garsonların, dilenmeye gelmiş spastik özürlü biri sanıp Necati’yi kovacaklarını düşündüm, etrafıma baktım, görünürde garson yok. Bu hüzünlü sahneyi bir an önce bitirmek için üstüme düşeni yapmalıydım, daha güzel bir dünya için bu gerekliydi. Düşündüm. Yolun kenarında selpak satan 5-6 yaşında bir çocuk vardı, para verip, “pipini aç şurdaki spastik abiye doğru koş, bacağına sarıl.” Demeyi düşündüm, ama vazgeçtim, durum çok daha karmaşık bir hal alabilirdi. “Bomba vaar.” Diye bağırıp kaçsam mı diye düşündüm, bu da gereksiz sonuçlar doğurabilirdi. En son, Necati’nin kolundan tutup karşıma oturtup, “Güzel kardeşim derdin ne, napıyosun, hayat çok mu acımasız, beraber ağlayalım mı?” demeyi düşünüyordum ki, arkadaşları gelip Necati’yi götürdüler. Necati ayrldıktan sonra bir şişe soğuk suyu bir dikişte bitirdim, derin nefesler aldım, sonra fark ettim ki, Jennifer beni kesiyor, hem de çok pis kesiyor, bir şeyler yapmalıydım. Yaptım da! Sonra anlatacağım...
19 Haziran 2010 Cumartesi
Kamil buna çok sinirlendi - bölüm 2
*müjde sevgili dostlarım, çok azınızın sabırsızlıkla beklediği o gün nihayet geldi, kamilin heycan dolu öyküsünün devamı sizlerle!!
(birinci bölümden devam)
Kamil ile Ekrem, daha fazla konuşmadan kafeden çıktılar. İkisi de artık birlikteliği sonlandırmak istiyor ama nasıl yapacaklarını düşünüyorlardı. Kamil önce davranıp “ne tarafa gidecen” dedi. Ekrem’in söylediği istikametin aksi yönünde çok önemli bir işi olduğunu söyleyip, Ekrem’i kucakladı, tekrar görüşme temennileriyle ayrıldılar.
Kamil, aksi istikamette aylak aylak yürüdü bir süre. Ne yapacağını düşündü, cüzdanını çıkardı parasını saydı, garsonun para üstünü tam verip vermediğini hesaplamaya çalıştı, emin olamadı, Ekrem’e küfretti. Sinemaya gidip aşkı entrikası bol bir film izleyip, kafa dağıtmaya karar verdi. Yolda vazgeçti.
O kadar canı sıkılmıştı ki, sigaraya başlamaya karar verdi, gitti bir paket sigara aldı. Çakmak almadı, “Kızlardan isterim muhabbet olur.” diye düşündü. Sigarasını yakıp saatine baktı, saat 18:00 idi, “15 Mayıs 2004, saat 18:00’de sigaraya başladım, bunu bi yerlere not edeyim de, hayatımı kitaplaştırırsam şık bir detay olur.” diye düşündü.
Elinde sigarası evine doğru yürürken, dostu Necati’yi gördü. Her zamanki yerlerine oturup 2 çay söylediler. Güzel güzel dertleştiler. Yaklaşık yarım saat sonra yanlarından 2 güzel kız geçti, sohbet kesildi, dönüp kızlara baktılar, sonra göz göze gelip, eşsiz mimiklerle kainattaki güzellikleri takdir ettiler, sohbet kaldığı yerden devam etti. Ansızın uzaktan bağırma sesi duydular. Necati hemen kalkıp bağrışmalara doğru koştu. Kamil uzaktan baktı. Az önceki 2 güzel kızı bir adam dövüyordu. Sonra başka bir adam geldi, o adamı dövdü. Sonra kavga daha karmaşıklaştı. Kamil “Gel oğlum fazla yaklaşma, dayak yicen şimdi!” dedi. Oturdular yerlerine tekrar. Kamil devam etti: “Karıya kıza bakarken dikkat edelim, her an dayak yiyebiliriz.”. Necati biraz düşünüp “Dayak yemeden büyülür mü lan??” dedi. Kamil “Hacı, artık büyüdük biz, eşşek kadar olduk.”, Necati “Hadi yav, ona da mı geç kaldık?” dedi. Güldüler biraz. Garson kız geldi, kavga üzerinden sosyo-ekonomik tespitlerinin ardından, devlete uygulaması gereken ceza politikaları hakkında tavsiyelerde bulundu. Necati de önerileri ilgiyle dinleyip, garson kıza ne kadar da haklı olduğunu söyledi. Kamil hiç konuşmadı, yan masadan ateş istedi. Sigarasını yaktı, öksürdü. Necati, sigaranın zara....neyse bu kısmı daha fazla uzatıp canınızı sıkmak istemiyorum.
Necati’den ayrılalı 2 saat olmuştu, Kamil hala hiç konuşmadı. Sağlıksız diye hep azar azar yediği KFC kanatlarından bir kova aldı. Şehrin en yüksek binasına girmeye çalıştı almadılar, diğer yüksek binaları denedi, almadılar. Orta büyüklükte bir binaya girdi, çatı katına çıktı, bir kova kızarmış tavuk kanadını barbekü sosuna batıra batıra midesi bulanana kadar yedi. Şarkı da çalabilen teknoloji harikası cep telefonundan “Bob Dylan – The Man In Me” yi seçti, son sesi açtı. Gözlerini kapatıp, binadan atladı. Havada süzülürken Bob Dylan Kamil için söyledi: “But, oh, what a wonderful feeling..”. Ölmedi.
6 Mayıs 2010 Perşembe
5 Mayıs 2010 Çarşamba
Malmö Günlüğü - Bölüm 2/4
NOT: Dostlarım,okurken bu şarkıyı dinleyin. İsveçli bir caz grubunun içinde "mutlu sonla biten bir türk filmi gibiyiz" dedikleri güzel mi güzel bir şarkısı.
16 Mart 2010
Sabah 6 gibi sesler duyup uyanıyorum, Josephine çoktan kalkmış giyinmiş, “sınavım var erken kalktım, kahvaltı ister misin?” diyor. “No, thanks” diyorum, gözlerimi kapıyorum hemen. 7 gibi tekrar uyanıyorum, Josephine “Ben çıkıyorum, eşyaların evde kalabilir, sonra gelip alırsın.” Diyor, “thanks” diyip tekrar uyuyorum. 9 gibi uyanıyorum, evde kimsecikler yok. Uzun uzun banyo yapıyorum. Evdeki fotoğrafları, kitaplığı inceliyorum. İnternete giriyorum, buz dolabını karıştırıyorum. Giyinip dışarı çıkıyorum.
Çıkar çıkmaz, daha kalın giynseydim keşke, annem görse kızar, diye düşünüyorum, ama alışıyorum havaya çabucak. Tourist Information bulup, Malmö haritası alıyorum, gideceğim yerleri, festival merkezinin yerini falan soruyorum. Subway’den bi sandviç yiyorum, hiç hoşuma gitmiyor. Festival merkezi Hotel Rica’ya gidip festival kartımı alıyorum. Arkadaşlarımız için bilet alamayacağımızı öğrenip üzülüyorum. Akşam 8’de festival açılış kokteyli var, o zamana kadar boşum. Programdan bi film beğeniyorum. Biletimi alıp, sokağa çıkıyorum tekrar.
Bir mağzaya girip, tişörtlere bakıyorum. Filme daha 2 saat var, yürürken “Espresso House” diye bi kafe görüyorum, kocaman mochamı alıp, oturuyorum bi köşeye, etrafıma bakıyorum. “Fesival günlüğü gibi bişe yapsam ya lan.” Diye düşünüyorum, çıkarıyorum kalemi defteri yazıyorum da yazıyorum. Yazarken de baya eğleniyorum. Saate bakıyorum daha zamanım var. Yine de sinemaya gidip orda bekliyorum, Çehov’un “6 numaralı koğuş” öyküsünü okuyorum biraz, babam çok sevmişti bu öyküyü.
Film başlıyor, salon ağzına kadar dolu, yanımda liseli olduğu belli olan iki çocuk var. Bağıra bağıra bişeyler anlatıp, daha çok bağırarak gülüyolar. Film başlıyor, dünya başıma yıkılıyor. Film isveççe ve altyazı yok. Çok üzülüyorum, çıksam mı diye düşünüyorum, ama çıkması en zor yerde oturduğum için vazgeçiyorum. Biraz uyuyorum, biraz izliyorum, film bitiyor. Filmden sonra Josephine’e gidip eşyalarımı alıyorum, kaşılıklı iyi dileklerle ayrılıyoruz, hemen Alexandra’yı arayıp 20 dk sonra merkez istasyonda buluşmak için sözleşiyorum.
İstasyona gidip bekliyorum, içerisi çok sıcak, terliyorum, dışarı çıkıp orda bekliyorum, çok geçmeden Alexandra geliyor. Merhabakaşırken ufak bir şaşkınlık yaşıyoruz, gülüyoruz, yola koyuluyoruz. Alexandra bisikletiyle gelmiş, bisikletini elinde taşıyor, ben tekerli bavulumu sürüklüyorum, çok gürültülü bir bavul, neyse yaklaşık yarım saat yürüyoruz, konuşuyoruz, eve gidince "alışverişe gidelim mi" diyor, gidelim diyorum, gidiyoruz.
Alexandra, Malmö üniversitesinde ekoloji okuyor, 2 yıl önce vegan olmuş, şiirler yazıp “poetry slam” dediği şiir yarışmalarına katılıyor, evinin bir duvarı tamamen yazdığı şiirlerle kaplı, yatağının üstünde kocaman bir Gandhi posteri var, posterin üstünde “The earth provides enough to satisfy every man’s need, but not every man’s greed.” Yazıyor. Birsürü çevreyle, küresel ısınmayla alakalı kitabı var, organik ve organik olmayan çöpleri için iki ayrı çöp kutusu var, 350 euro kirayla tek odalı, çok küçük ama şirin döşenmiş bir dairede yaşıyor. En sevdiği film gladyatörmüş, buna şaşırıyorum.
Alışverişte birsürü sebze alıyoruz, eve geliyoruz, ben internete giriyorum az, Alexandra hemen mutfağa giriyor, sonra ben de yardım ediyorum, mutfak çok küçük, üç kişi asla sığmaz. Bir yandan sohbet edip bir yandan yemeği yazırlıyoruz. Etsiz, patatesli, havuçlu, soğanlı, mercimekli, sarımsaklı köfte gibi bişe yapıyoruz, tadı hiç hoşuma gitmiyor, ama “çok leziz olmuş” diyorum. “Akşam festivalin açılış kokteyli var, beraber gidelim.” diyorum. “Tamam.” Diyor. Zaten daha önce Lina’yı arayıp bir arkadaşla geleceğimi söylemiştim. Yemeği bitirip, yola çıkıyoruz, Alexandra’ya son dakika bir arkadaşından telefon geliyor, oraya gitmesi gerektiğini söylüyor, beni kokteylin olduğu Noble House’a bırakıp kendi gidiyor.
İçerde birsürü yaşlı insan var, yalnız kalıyorum biraz, bara yaklaşıp meyve suyu istiyorum, etrafa bakınıyorum. Hemen yanımda bir adam var, konuşmaya başlıyoruz, danimarkalı bir belgeselciymiş, festivalde belgeseli gösterilecekmiş, biraz konuştuktan sonra, büfeden atıştırmalık bişeyler alıp bir masaya geçeye karar veriyoruz. Oturduğumuz masada biri 40’lı yaşlarında, diğeri 70 belki 80’li yaşlarında iki kadın var. Yaşlı kadın 2007 yılında İstanbul Film Festivali’nde Fipresci (International Federation of Film Critics) jürisinde de bulunmuş bir film eleştirmeni. Nuri Bilge Ceylan filmlerine hayran olduğunu, yalnız filmlerindeki kadına bakış açısını sevmediğini, özellikle "iklimler"de neredeyse tecavüze varan sahneyi feminist duyguları nedeniyle sevmediğini söylüyor. Genç kadın ise yapım işlerinde çalışıyorumuş, hatta Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminin Danimarka, İsveç, Norveç çekimlerinde production manager olarak çalışmış. Bana filmin bitmiş halini görmediğini, benim sevip sevmediğimi soruyor. Bir de, “Güneşi Gördüm’ün setinde, erkekler benle hiç muhatap olmuyodu, sadece kadınlar benle konuşuyodu, utangaç olduklarından mı yoksa başka bir sebep mi var?” diye soruyor. Mahsun’u görünce çılgına dönen, anormal derecede sevinen Türklerden bahsediyor. Biraz muhabbetten sonra iki kadın özür dileyerek isveççe konuşmaya devam ediyor. Danimarkalı belgeselciye telefon geliyor, tekrar yalnız kalıyorum. Sevdiğim birkaç arkadaşıma telefon ediyorum. Sonra iyi geceler dileyip masadan kalkıyorum, Kinokabaret yöneticilerini arıyorum. Lina ve Jenny ile tanışıyorum, bir ihtiyacım olup olmadığını, nerde kaldığımı soruyolar, yarın çekimlere başlayabiliriz diyolar. Ayrılmaya karar verip Alexandra’yı arıyorum, “Eve gelmek üzereyim ben.” Diyor.
Eve gidiyorum, internetten bişeylere bakıyoruz. Kardeşi ABD’de değişim öğrencisiymiş, onun bloguna, vidyolarına bakıyoruz, Alexandra’yı türkçe konuşturup vidyo çekiyorum, “Bugün saçım çok kötü, yarın çekseydin!” diyor, gülüyorum, gülüyor. Şiirlerinden okuyor bana biraz, anlamıyorum hiç ama hoşuma gidiyor yine, “hayat ne ilginç” diye düşünerek dinliyorum, film izleyelim diyoruz, bir film koyuyor, çok aksanlı ingilizce konuşuyolar, anlamıyorum, “uyusak mı” diyorum.
16 Mart 2010
Sabah 6 gibi sesler duyup uyanıyorum, Josephine çoktan kalkmış giyinmiş, “sınavım var erken kalktım, kahvaltı ister misin?” diyor. “No, thanks” diyorum, gözlerimi kapıyorum hemen. 7 gibi tekrar uyanıyorum, Josephine “Ben çıkıyorum, eşyaların evde kalabilir, sonra gelip alırsın.” Diyor, “thanks” diyip tekrar uyuyorum. 9 gibi uyanıyorum, evde kimsecikler yok. Uzun uzun banyo yapıyorum. Evdeki fotoğrafları, kitaplığı inceliyorum. İnternete giriyorum, buz dolabını karıştırıyorum. Giyinip dışarı çıkıyorum.
Çıkar çıkmaz, daha kalın giynseydim keşke, annem görse kızar, diye düşünüyorum, ama alışıyorum havaya çabucak. Tourist Information bulup, Malmö haritası alıyorum, gideceğim yerleri, festival merkezinin yerini falan soruyorum. Subway’den bi sandviç yiyorum, hiç hoşuma gitmiyor. Festival merkezi Hotel Rica’ya gidip festival kartımı alıyorum. Arkadaşlarımız için bilet alamayacağımızı öğrenip üzülüyorum. Akşam 8’de festival açılış kokteyli var, o zamana kadar boşum. Programdan bi film beğeniyorum. Biletimi alıp, sokağa çıkıyorum tekrar.
Bir mağzaya girip, tişörtlere bakıyorum. Filme daha 2 saat var, yürürken “Espresso House” diye bi kafe görüyorum, kocaman mochamı alıp, oturuyorum bi köşeye, etrafıma bakıyorum. “Fesival günlüğü gibi bişe yapsam ya lan.” Diye düşünüyorum, çıkarıyorum kalemi defteri yazıyorum da yazıyorum. Yazarken de baya eğleniyorum. Saate bakıyorum daha zamanım var. Yine de sinemaya gidip orda bekliyorum, Çehov’un “6 numaralı koğuş” öyküsünü okuyorum biraz, babam çok sevmişti bu öyküyü.
Film başlıyor, salon ağzına kadar dolu, yanımda liseli olduğu belli olan iki çocuk var. Bağıra bağıra bişeyler anlatıp, daha çok bağırarak gülüyolar. Film başlıyor, dünya başıma yıkılıyor. Film isveççe ve altyazı yok. Çok üzülüyorum, çıksam mı diye düşünüyorum, ama çıkması en zor yerde oturduğum için vazgeçiyorum. Biraz uyuyorum, biraz izliyorum, film bitiyor. Filmden sonra Josephine’e gidip eşyalarımı alıyorum, kaşılıklı iyi dileklerle ayrılıyoruz, hemen Alexandra’yı arayıp 20 dk sonra merkez istasyonda buluşmak için sözleşiyorum.
İstasyona gidip bekliyorum, içerisi çok sıcak, terliyorum, dışarı çıkıp orda bekliyorum, çok geçmeden Alexandra geliyor. Merhabakaşırken ufak bir şaşkınlık yaşıyoruz, gülüyoruz, yola koyuluyoruz. Alexandra bisikletiyle gelmiş, bisikletini elinde taşıyor, ben tekerli bavulumu sürüklüyorum, çok gürültülü bir bavul, neyse yaklaşık yarım saat yürüyoruz, konuşuyoruz, eve gidince "alışverişe gidelim mi" diyor, gidelim diyorum, gidiyoruz.
Alexandra, Malmö üniversitesinde ekoloji okuyor, 2 yıl önce vegan olmuş, şiirler yazıp “poetry slam” dediği şiir yarışmalarına katılıyor, evinin bir duvarı tamamen yazdığı şiirlerle kaplı, yatağının üstünde kocaman bir Gandhi posteri var, posterin üstünde “The earth provides enough to satisfy every man’s need, but not every man’s greed.” Yazıyor. Birsürü çevreyle, küresel ısınmayla alakalı kitabı var, organik ve organik olmayan çöpleri için iki ayrı çöp kutusu var, 350 euro kirayla tek odalı, çok küçük ama şirin döşenmiş bir dairede yaşıyor. En sevdiği film gladyatörmüş, buna şaşırıyorum.
Alışverişte birsürü sebze alıyoruz, eve geliyoruz, ben internete giriyorum az, Alexandra hemen mutfağa giriyor, sonra ben de yardım ediyorum, mutfak çok küçük, üç kişi asla sığmaz. Bir yandan sohbet edip bir yandan yemeği yazırlıyoruz. Etsiz, patatesli, havuçlu, soğanlı, mercimekli, sarımsaklı köfte gibi bişe yapıyoruz, tadı hiç hoşuma gitmiyor, ama “çok leziz olmuş” diyorum. “Akşam festivalin açılış kokteyli var, beraber gidelim.” diyorum. “Tamam.” Diyor. Zaten daha önce Lina’yı arayıp bir arkadaşla geleceğimi söylemiştim. Yemeği bitirip, yola çıkıyoruz, Alexandra’ya son dakika bir arkadaşından telefon geliyor, oraya gitmesi gerektiğini söylüyor, beni kokteylin olduğu Noble House’a bırakıp kendi gidiyor.
İçerde birsürü yaşlı insan var, yalnız kalıyorum biraz, bara yaklaşıp meyve suyu istiyorum, etrafa bakınıyorum. Hemen yanımda bir adam var, konuşmaya başlıyoruz, danimarkalı bir belgeselciymiş, festivalde belgeseli gösterilecekmiş, biraz konuştuktan sonra, büfeden atıştırmalık bişeyler alıp bir masaya geçeye karar veriyoruz. Oturduğumuz masada biri 40’lı yaşlarında, diğeri 70 belki 80’li yaşlarında iki kadın var. Yaşlı kadın 2007 yılında İstanbul Film Festivali’nde Fipresci (International Federation of Film Critics) jürisinde de bulunmuş bir film eleştirmeni. Nuri Bilge Ceylan filmlerine hayran olduğunu, yalnız filmlerindeki kadına bakış açısını sevmediğini, özellikle "iklimler"de neredeyse tecavüze varan sahneyi feminist duyguları nedeniyle sevmediğini söylüyor. Genç kadın ise yapım işlerinde çalışıyorumuş, hatta Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminin Danimarka, İsveç, Norveç çekimlerinde production manager olarak çalışmış. Bana filmin bitmiş halini görmediğini, benim sevip sevmediğimi soruyor. Bir de, “Güneşi Gördüm’ün setinde, erkekler benle hiç muhatap olmuyodu, sadece kadınlar benle konuşuyodu, utangaç olduklarından mı yoksa başka bir sebep mi var?” diye soruyor. Mahsun’u görünce çılgına dönen, anormal derecede sevinen Türklerden bahsediyor. Biraz muhabbetten sonra iki kadın özür dileyerek isveççe konuşmaya devam ediyor. Danimarkalı belgeselciye telefon geliyor, tekrar yalnız kalıyorum. Sevdiğim birkaç arkadaşıma telefon ediyorum. Sonra iyi geceler dileyip masadan kalkıyorum, Kinokabaret yöneticilerini arıyorum. Lina ve Jenny ile tanışıyorum, bir ihtiyacım olup olmadığını, nerde kaldığımı soruyolar, yarın çekimlere başlayabiliriz diyolar. Ayrılmaya karar verip Alexandra’yı arıyorum, “Eve gelmek üzereyim ben.” Diyor.
Eve gidiyorum, internetten bişeylere bakıyoruz. Kardeşi ABD’de değişim öğrencisiymiş, onun bloguna, vidyolarına bakıyoruz, Alexandra’yı türkçe konuşturup vidyo çekiyorum, “Bugün saçım çok kötü, yarın çekseydin!” diyor, gülüyorum, gülüyor. Şiirlerinden okuyor bana biraz, anlamıyorum hiç ama hoşuma gidiyor yine, “hayat ne ilginç” diye düşünerek dinliyorum, film izleyelim diyoruz, bir film koyuyor, çok aksanlı ingilizce konuşuyolar, anlamıyorum, “uyusak mı” diyorum.
1 Mayıs 2010 Cumartesi
du är en riktig kompis!
İstanbul'a geldim az önce, hava güzeldi, 1 mayıs atraksiyonları da görmek umuduyla baya yürüdüm, etilerde zaruret köftecisinin girişinde "ekmek arası çorbamızı denediniz mi" diye bir yazı var, yol boyu hem yürüdüm hem "ekmek arası çorba nasıl bişe ola ki?" diye düşündüm, mantıklı bir yemek aklımda canlanmadı. Eve geldim, bir de ne göreyim?? Kartpostal gelmiş bana, hatırlayamadığım kadar uzun zamandır kartpostal-mektup almamıştım, baya sevindim.
Ön yüzünde "du är en riktig kompis" yazıyor, isveççede "gerçek bir dostsun" demekmiş.
22 Nisan 2010 Perşembe
19 Nisan 2010 Pazartesi
Malmö Günlüğü - Bölüm 1/4
Her zamanki gibi bavulumu son dakika hazırlıyorum. İki ayağım bir pabuçta koyuluyorum yola. THY ile daha önce uçmamıştım, kibar hostesleri, zengin menüsü (ızgara tavuk, cevizli armutlu tart,..), şirin plastik fincandaki kahvesi (mucize kuru yemiş fındıkla birlikte) gözüme giriyor. Kopenhag’a yerel saatle 5:30’ta iniyorum. Hava çok da soğuk değil, ama rüzgar var, hafif üşüyorum. Hemen Malmö’ye biletimi alıp, uçaktan şişeme doldurduğum portakal suyumu içerek trenimi bekliyorum. Aklıma İsveç’e ilk gelişim geliyor. Daha rahat ingilizce konuşup, daha aklı başında hareket ettiğimi düşünüyorum. “Yabancı ülkede olma” duygusu yavaş yavaş benliğimi sarıyor. Garip bir duygu, bazen sorumsuz, hafif hissediyorsun, iyi geliyor, bazen bir anlamsızlık çöküyor insanın içine.
Tren geliyor. Acayip uzun bir köprüyle Malmö’ye doğru yol alırken, denizin ortasına kurulmuş yel değirmenleri dikkatimi çekiyor. Biraz vidyo çekiyorum. Çantasında THY etiketi olan, Türk olduğunu tahmin ettiğim bir amca uzun uzun bana bakıyor. Galiba o da benim Türk olduğumu tahmin ediyor. 6:15 gibi Malmö merkez istasyondayım. Erasmus öğrencisiyken kullandığım hattı takıp 100 Kron yüklüyorum. Josephine sınavda olduğu için, kardeşi Anna’yı arıyorum. iki dakika beklemeden buluşuyoruz. “Gelmeyeceksin diye çok korktum.” diyorum. Gülüyor. “Çantan ağırsa yardım edeyim.” Diyor. “No, Thanks.” Diyorum. Eve gelene kadar dört kere adımı soruyor, her seferinde “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyorum, unutuyor. Eve geliyoruz, “Yorgunsan uyu, yoksa şehri gezelim biraz.” Diyor, üstüme siyah kalın kabanımı alıyorum, çantaları eve bırakıp, çıkıyoruz. Biraz şehirde yürüyoruz, tekrar iskandinav binaları görünce iyice Erasmus ruhuna geri dönüyorum. Malmö güzel bir şehir, fazla büyük de değil, yarım saat yürüyerek her yere gidebiliyorsun. Anna cadde, yer isimleri söylüyor, “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyor, unutuyorum. Bana biraz Türkçe öğret diyor, öğretiyorum. Bir cafeye oturuyoruz. Bahçesinde bizdeki ufo lara benzer ama çok daha şık sobalar var. Yanında ısınarak birşeyler içebiliyorsun. Anna kahveleri ısmarlıyor. “Bana da hep birileri bir şeyler ısmarlıyor.” diye düşünüyorum.
Konuşuyoruz, sohbet baya eğlenceli oluyor. Anna liseden sonra okula devam etmemiş, İsveç’in epey bi kuzeyinde garsonmuş 4 yıldır, çok soğukmuş, 2 ay önce Malmö’ye gelmiş, iş arıyormuş. Tuvalete gidiyor bir ara, sevdiğim birkaç insanı, eski Erasmus arkadaşlarımı arıyorum. Çok geçmeden Josephine geliyor. Gülüşü dikkatimi çekiyor, insanı baya rahatlatan bir gülüşü var ama bir şey dinlerken sürekli onaylaması, ses çıkarması, “Evet,hmm..” demesi hafiften sinir bozucu, lan sus da bir dinle. Josephine’nin kahkahalarının da etkisiyle sohbet baya eğlenceli oluyor, Türkiye’den de konuşuyoruz bir ara. Her şeyden haberleri var. Demokratik açılımdan bahsediyoruz. Josephine “TRT Şeş’in açılması çok devrimci bir hareket.” Diyor, baya şaşırıyorum. Karnımız da acıkıyor. Kalkıp falafel yemeye gidiyoruz. Eve dönerken çok üşüyorum. Josephine “İstersen taksiye binelim.” Diyor, “No, thanks.” Diyorum. Eve gelince biraz internete giriyorum, sonra yatış.
Tren geliyor. Acayip uzun bir köprüyle Malmö’ye doğru yol alırken, denizin ortasına kurulmuş yel değirmenleri dikkatimi çekiyor. Biraz vidyo çekiyorum. Çantasında THY etiketi olan, Türk olduğunu tahmin ettiğim bir amca uzun uzun bana bakıyor. Galiba o da benim Türk olduğumu tahmin ediyor. 6:15 gibi Malmö merkez istasyondayım. Erasmus öğrencisiyken kullandığım hattı takıp 100 Kron yüklüyorum. Josephine sınavda olduğu için, kardeşi Anna’yı arıyorum. iki dakika beklemeden buluşuyoruz. “Gelmeyeceksin diye çok korktum.” diyorum. Gülüyor. “Çantan ağırsa yardım edeyim.” Diyor. “No, Thanks.” Diyorum. Eve gelene kadar dört kere adımı soruyor, her seferinde “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyorum, unutuyor. Eve geliyoruz, “Yorgunsan uyu, yoksa şehri gezelim biraz.” Diyor, üstüme siyah kalın kabanımı alıyorum, çantaları eve bırakıp, çıkıyoruz. Biraz şehirde yürüyoruz, tekrar iskandinav binaları görünce iyice Erasmus ruhuna geri dönüyorum. Malmö güzel bir şehir, fazla büyük de değil, yarım saat yürüyerek her yere gidebiliyorsun. Anna cadde, yer isimleri söylüyor, “İki dakika sonra unutacaksın.” Diyor, unutuyorum. Bana biraz Türkçe öğret diyor, öğretiyorum. Bir cafeye oturuyoruz. Bahçesinde bizdeki ufo lara benzer ama çok daha şık sobalar var. Yanında ısınarak birşeyler içebiliyorsun. Anna kahveleri ısmarlıyor. “Bana da hep birileri bir şeyler ısmarlıyor.” diye düşünüyorum.
Konuşuyoruz, sohbet baya eğlenceli oluyor. Anna liseden sonra okula devam etmemiş, İsveç’in epey bi kuzeyinde garsonmuş 4 yıldır, çok soğukmuş, 2 ay önce Malmö’ye gelmiş, iş arıyormuş. Tuvalete gidiyor bir ara, sevdiğim birkaç insanı, eski Erasmus arkadaşlarımı arıyorum. Çok geçmeden Josephine geliyor. Gülüşü dikkatimi çekiyor, insanı baya rahatlatan bir gülüşü var ama bir şey dinlerken sürekli onaylaması, ses çıkarması, “Evet,hmm..” demesi hafiften sinir bozucu, lan sus da bir dinle. Josephine’nin kahkahalarının da etkisiyle sohbet baya eğlenceli oluyor, Türkiye’den de konuşuyoruz bir ara. Her şeyden haberleri var. Demokratik açılımdan bahsediyoruz. Josephine “TRT Şeş’in açılması çok devrimci bir hareket.” Diyor, baya şaşırıyorum. Karnımız da acıkıyor. Kalkıp falafel yemeye gidiyoruz. Eve dönerken çok üşüyorum. Josephine “İstersen taksiye binelim.” Diyor, “No, thanks.” Diyorum. Eve gelince biraz internete giriyorum, sonra yatış.
6 Nisan 2010 Salı
25 Mart 2010 Perşembe
23 Şubat 2010 Salı
isveç yolcusu kalmasın
16-20 Mart arası Malmö'de Buff Film Festivali'ndeyim. Avrupa'nın dört bir yanından genç sinemacılarla söyleşilere, atölye çalışmalarına katılıp, filmler izleyip, sinema konuşup döneceğim. Bir de kısacık bir film çekeceğim. Dönüşü 22 Marta uzatıp, eski Erasmus arkadaşlarımı da ziyaret etmeye çalışacağım. Tekrar "-Hej hej! -Hej då! -Tack tack!" diyeceğim. İsveç'i baharda göreceğim. Şairin de dediği gibi, güzel günler göreceğim, güneşli günler.
28 Ocak 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)