23 Ocak 2011 Pazar
3 Ocak 2011 Pazartesi
Yaşama sevinci
İşten erken çıktım. Uykum vardı biraz. Mesai saatlerinde uyuklayıp çıkınca açılıyorum hep. Otobüse bindim. Çok kalabalıktı, sıcaktı. Paltomu çıkarmaya üşendim. Birazdan ter içinde kalacaktım. Şemsiyemi demir tutacağa astım, birileri pencereyi açsa ne güzel olurdu. Kulaklıklarımı taktım, tekrar uykum geldi, alnımdaki ter tomurcuklarını hissettim. Ayakta uyudum biraz galiba. İnip-binenler çarptıkça kendime geldim. Mecidiyeköyde indim.
Birden aklıma şemsiye geldi, olduğum yerde kalakaldım, 180 derece döndüm, otobüse doğru koştum. Arka kapıya suratımı dayayıp otobüstekilere şemsiyemi işaret ettim. Otobüsteki 3-5 kişi benim durumumda olmadıkları için şükrettiler. Sekreter saçlı, büyük gözlü kız bana baktı. Sonra şemsiyeye baktı. Sonra yine bana baktı. Hiçbir şey yapmadı. Üzüldüm. Hayır, şemsiye yüzünden değil. Sonra üzüldüğüme üzüldüm. Bu paragrafta anlattıklarım 6 saniye içinde gerçekleşti.
Otobüs şoförü bastı gaza. Şemsiyeden umudumu kesmiş, gidene arkadan bakarken, birden ışık yandı, kırmızı ışık. Otobüs durdu. Bu sefer koşmadım, yürüdüm. Şoföre bakarak ön kapıya vurdum, kararlıydım. Kapı açıldı. Akbili bastım. Akbil müziği çaldı. “Kim besteledi acaba lan akbil müziğini?” diye düşündüm. Olur olmadık zamanlarda insanın aklına çok saçma şeyler gelir. Arka tarafa doğru ilerledim. Sekreter saçlının yanına oturdum. Şemsiyeyi elime aldım. Sıkıca kavradım. Hayır vurmadım tabi ki, saçmalamayın.
-Neden vermedin?
-Pardon?
-Neden vermedin şemsiyemi?
-Sizin şemsiyeniz olduğunu anlamadım ki.
Kızardı biraz, belki de utandı ya da korktu. Etrafıma baktım, herkes bana bakıyordu, baya popülerdim. Sekreter saçlı kızla topluluk önünde mantıklı bir konuşma yapamazdım. Tartışmak da istemiyordum. Gayet de sakindim. Bir de kız kızarınca sustum, uzaklara baktım. Herkes hala bana bakıyordu. Gerildim. Telefonumu çıkardım, mesaj çekiyormuş gibi yaptım. Şuursuzca tuşlara bastım. Erken gelen şöhreti kaldıramamış psikolojimi bozmuştum. Spot ışıklar altında yalnızdım. Sekreter saçlı kalktı. Kapıya yöneldi. Hazırlandım. Otobüs durunca indi, ben de indim. Tekrar otobüstekilere baktım. Umursamaz görünüyorlardı. “İnsanoğlu nankör tabi” diye düşündüm, ellerimi ceplerime soktum, kızı takip ettim.
Uygun bir sokağa girince yaklaşıp tekrar soracaktım. “Bak yalan söyleme, kızmıyorum, sadece bilmek istiyorum, neden vermedin şemsiyemi?” Umursamamıştı belki. Ya da özgüveni çok düşük olabilirdi. Kısa sürede karar alıp bir şeyleri değiştirecek cesareti kendinde bulamamıştı (ki kapının açılması için en arkadan şoföre bağırması gerekiyordu, çoğu yapamaz.) Belki de çaktırmadan şemsiyeyi yürütmeyi düşünmüştü. Kızmayacaktım. Kızmamıştım. Sadece anlamak istiyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Ellerimi ceplerime soktum. Uygun takip mesafesini koruyup kalabalığa karıştım.
Yolda simit aldı. Yedi. Yürümeye devam etti. Gayrettepe yakınlarında bir binaya girdi, hemen geri çıktı. Adres sordu galiba. Birkaç dakika daha yürüyüp başka bir binaya girdi. Asansöre girince, ben de binaya girdim. Asansör 4’te, 8’de ve nihayet 7’de durdu. Asansörü çağırıp 4’e bastım. Asansör aynasında saçımı düzelttim. Göbeğimi içime çekip kendime baktım. Hiç de fena değildim. 4’te indim. Transay yazıyordu kapının üstünde. Ne olduğunu anlamadım. 8’e çıktım, bir şey yoktu. 7’ye indim, Klas Film Yapımcılık yazıyordu. Dışarı çıktım.
Apartman kapısının önünde dolandım biraz. Etrafıma baktım. İnsanlara baktım. Çoğu çirkindi. “Bazı insanlar gerçekten çok çirkin” diye düşündüm. “Bazılarıysa hep genç gösteriyor.” İşte bu tarz şeyler düşündüm, neyse. Hava soğuktu. Rüzgâr vardı. Üşüdüm. Soğuktan burnum aktı. Kulaklarım ve burnumun ucu kızardı. Hoşuma gitti. Burnumu çektim. Simitçi gördüm. Girdim simit peynir ve çay istedim.Pencere kenarında bir masaya oturdum. Garson getirdi siparişimi. Yedim. Yerken burnumu çektim. Yağmur yağdı. Tam zamanında girmişim içeri diye düşündüm. Yağmurda koşuşanlara, şemsiyesi rüzgârda kırılanlara baktım. Şemsiyemi yine kaybettiğimi fark ettim. Nerde olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Burnumu çektim. İçimi müthiş bir yaşama sevinci kapladı. Hayattayım dedim ne güzel. Sonra lavaboya gittim, burnumu temizledim.
Birden aklıma şemsiye geldi, olduğum yerde kalakaldım, 180 derece döndüm, otobüse doğru koştum. Arka kapıya suratımı dayayıp otobüstekilere şemsiyemi işaret ettim. Otobüsteki 3-5 kişi benim durumumda olmadıkları için şükrettiler. Sekreter saçlı, büyük gözlü kız bana baktı. Sonra şemsiyeye baktı. Sonra yine bana baktı. Hiçbir şey yapmadı. Üzüldüm. Hayır, şemsiye yüzünden değil. Sonra üzüldüğüme üzüldüm. Bu paragrafta anlattıklarım 6 saniye içinde gerçekleşti.
Otobüs şoförü bastı gaza. Şemsiyeden umudumu kesmiş, gidene arkadan bakarken, birden ışık yandı, kırmızı ışık. Otobüs durdu. Bu sefer koşmadım, yürüdüm. Şoföre bakarak ön kapıya vurdum, kararlıydım. Kapı açıldı. Akbili bastım. Akbil müziği çaldı. “Kim besteledi acaba lan akbil müziğini?” diye düşündüm. Olur olmadık zamanlarda insanın aklına çok saçma şeyler gelir. Arka tarafa doğru ilerledim. Sekreter saçlının yanına oturdum. Şemsiyeyi elime aldım. Sıkıca kavradım. Hayır vurmadım tabi ki, saçmalamayın.
-Neden vermedin?
-Pardon?
-Neden vermedin şemsiyemi?
-Sizin şemsiyeniz olduğunu anlamadım ki.
Kızardı biraz, belki de utandı ya da korktu. Etrafıma baktım, herkes bana bakıyordu, baya popülerdim. Sekreter saçlı kızla topluluk önünde mantıklı bir konuşma yapamazdım. Tartışmak da istemiyordum. Gayet de sakindim. Bir de kız kızarınca sustum, uzaklara baktım. Herkes hala bana bakıyordu. Gerildim. Telefonumu çıkardım, mesaj çekiyormuş gibi yaptım. Şuursuzca tuşlara bastım. Erken gelen şöhreti kaldıramamış psikolojimi bozmuştum. Spot ışıklar altında yalnızdım. Sekreter saçlı kalktı. Kapıya yöneldi. Hazırlandım. Otobüs durunca indi, ben de indim. Tekrar otobüstekilere baktım. Umursamaz görünüyorlardı. “İnsanoğlu nankör tabi” diye düşündüm, ellerimi ceplerime soktum, kızı takip ettim.
Uygun bir sokağa girince yaklaşıp tekrar soracaktım. “Bak yalan söyleme, kızmıyorum, sadece bilmek istiyorum, neden vermedin şemsiyemi?” Umursamamıştı belki. Ya da özgüveni çok düşük olabilirdi. Kısa sürede karar alıp bir şeyleri değiştirecek cesareti kendinde bulamamıştı (ki kapının açılması için en arkadan şoföre bağırması gerekiyordu, çoğu yapamaz.) Belki de çaktırmadan şemsiyeyi yürütmeyi düşünmüştü. Kızmayacaktım. Kızmamıştım. Sadece anlamak istiyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Ellerimi ceplerime soktum. Uygun takip mesafesini koruyup kalabalığa karıştım.
Yolda simit aldı. Yedi. Yürümeye devam etti. Gayrettepe yakınlarında bir binaya girdi, hemen geri çıktı. Adres sordu galiba. Birkaç dakika daha yürüyüp başka bir binaya girdi. Asansöre girince, ben de binaya girdim. Asansör 4’te, 8’de ve nihayet 7’de durdu. Asansörü çağırıp 4’e bastım. Asansör aynasında saçımı düzelttim. Göbeğimi içime çekip kendime baktım. Hiç de fena değildim. 4’te indim. Transay yazıyordu kapının üstünde. Ne olduğunu anlamadım. 8’e çıktım, bir şey yoktu. 7’ye indim, Klas Film Yapımcılık yazıyordu. Dışarı çıktım.
Apartman kapısının önünde dolandım biraz. Etrafıma baktım. İnsanlara baktım. Çoğu çirkindi. “Bazı insanlar gerçekten çok çirkin” diye düşündüm. “Bazılarıysa hep genç gösteriyor.” İşte bu tarz şeyler düşündüm, neyse. Hava soğuktu. Rüzgâr vardı. Üşüdüm. Soğuktan burnum aktı. Kulaklarım ve burnumun ucu kızardı. Hoşuma gitti. Burnumu çektim. Simitçi gördüm. Girdim simit peynir ve çay istedim.Pencere kenarında bir masaya oturdum. Garson getirdi siparişimi. Yedim. Yerken burnumu çektim. Yağmur yağdı. Tam zamanında girmişim içeri diye düşündüm. Yağmurda koşuşanlara, şemsiyesi rüzgârda kırılanlara baktım. Şemsiyemi yine kaybettiğimi fark ettim. Nerde olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Burnumu çektim. İçimi müthiş bir yaşama sevinci kapladı. Hayattayım dedim ne güzel. Sonra lavaboya gittim, burnumu temizledim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)