6 Mayıs 2010 Perşembe

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Malmö Günlüğü - Bölüm 2/4

NOT: Dostlarım,okurken bu şarkıyı dinleyin. İsveçli bir caz grubunun içinde "mutlu sonla biten bir türk filmi gibiyiz" dedikleri güzel mi güzel bir şarkısı.



16 Mart 2010

Sabah 6 gibi sesler duyup uyanıyorum, Josephine çoktan kalkmış giyinmiş, “sınavım var erken kalktım, kahvaltı ister misin?” diyor. “No, thanks” diyorum, gözlerimi kapıyorum hemen. 7 gibi tekrar uyanıyorum, Josephine “Ben çıkıyorum, eşyaların evde kalabilir, sonra gelip alırsın.” Diyor, “thanks” diyip tekrar uyuyorum. 9 gibi uyanıyorum, evde kimsecikler yok. Uzun uzun banyo yapıyorum. Evdeki fotoğrafları, kitaplığı inceliyorum. İnternete giriyorum, buz dolabını karıştırıyorum. Giyinip dışarı çıkıyorum.

Çıkar çıkmaz, daha kalın giynseydim keşke, annem görse kızar, diye düşünüyorum, ama alışıyorum havaya çabucak. Tourist Information bulup, Malmö haritası alıyorum, gideceğim yerleri, festival merkezinin yerini falan soruyorum. Subway’den bi sandviç yiyorum, hiç hoşuma gitmiyor. Festival merkezi Hotel Rica’ya gidip festival kartımı alıyorum. Arkadaşlarımız için bilet alamayacağımızı öğrenip üzülüyorum. Akşam 8’de festival açılış kokteyli var, o zamana kadar boşum. Programdan bi film beğeniyorum. Biletimi alıp, sokağa çıkıyorum tekrar.

Bir mağzaya girip, tişörtlere bakıyorum. Filme daha 2 saat var, yürürken “Espresso House” diye bi kafe görüyorum, kocaman mochamı alıp, oturuyorum bi köşeye, etrafıma bakıyorum. “Fesival günlüğü gibi bişe yapsam ya lan.” Diye düşünüyorum, çıkarıyorum kalemi defteri yazıyorum da yazıyorum. Yazarken de baya eğleniyorum. Saate bakıyorum daha zamanım var. Yine de sinemaya gidip orda bekliyorum, Çehov’un “6 numaralı koğuş” öyküsünü okuyorum biraz, babam çok sevmişti bu öyküyü.

Film başlıyor, salon ağzına kadar dolu, yanımda liseli olduğu belli olan iki çocuk var. Bağıra bağıra bişeyler anlatıp, daha çok bağırarak gülüyolar. Film başlıyor, dünya başıma yıkılıyor. Film isveççe ve altyazı yok. Çok üzülüyorum, çıksam mı diye düşünüyorum, ama çıkması en zor yerde oturduğum için vazgeçiyorum. Biraz uyuyorum, biraz izliyorum, film bitiyor. Filmden sonra Josephine’e gidip eşyalarımı alıyorum, kaşılıklı iyi dileklerle ayrılıyoruz, hemen Alexandra’yı arayıp 20 dk sonra merkez istasyonda buluşmak için sözleşiyorum.

İstasyona gidip bekliyorum, içerisi çok sıcak, terliyorum, dışarı çıkıp orda bekliyorum, çok geçmeden Alexandra geliyor. Merhabakaşırken ufak bir şaşkınlık yaşıyoruz, gülüyoruz, yola koyuluyoruz. Alexandra bisikletiyle gelmiş, bisikletini elinde taşıyor, ben tekerli bavulumu sürüklüyorum, çok gürültülü bir bavul, neyse yaklaşık yarım saat yürüyoruz, konuşuyoruz, eve gidince "alışverişe gidelim mi" diyor, gidelim diyorum, gidiyoruz.

Alexandra, Malmö üniversitesinde ekoloji okuyor, 2 yıl önce vegan olmuş, şiirler yazıp “poetry slam” dediği şiir yarışmalarına katılıyor, evinin bir duvarı tamamen yazdığı şiirlerle kaplı, yatağının üstünde kocaman bir Gandhi posteri var, posterin üstünde “The earth provides enough to satisfy every man’s need, but not every man’s greed.” Yazıyor. Birsürü çevreyle, küresel ısınmayla alakalı kitabı var, organik ve organik olmayan çöpleri için iki ayrı çöp kutusu var, 350 euro kirayla tek odalı, çok küçük ama şirin döşenmiş bir dairede yaşıyor. En sevdiği film gladyatörmüş, buna şaşırıyorum.

Alışverişte birsürü sebze alıyoruz, eve geliyoruz, ben internete giriyorum az, Alexandra hemen mutfağa giriyor, sonra ben de yardım ediyorum, mutfak çok küçük, üç kişi asla sığmaz. Bir yandan sohbet edip bir yandan yemeği yazırlıyoruz. Etsiz, patatesli, havuçlu, soğanlı, mercimekli, sarımsaklı köfte gibi bişe yapıyoruz, tadı hiç hoşuma gitmiyor, ama “çok leziz olmuş” diyorum. “Akşam festivalin açılış kokteyli var, beraber gidelim.” diyorum. “Tamam.” Diyor. Zaten daha önce Lina’yı arayıp bir arkadaşla geleceğimi söylemiştim. Yemeği bitirip, yola çıkıyoruz, Alexandra’ya son dakika bir arkadaşından telefon geliyor, oraya gitmesi gerektiğini söylüyor, beni kokteylin olduğu Noble House’a bırakıp kendi gidiyor.

İçerde birsürü yaşlı insan var, yalnız kalıyorum biraz, bara yaklaşıp meyve suyu istiyorum, etrafa bakınıyorum. Hemen yanımda bir adam var, konuşmaya başlıyoruz, danimarkalı bir belgeselciymiş, festivalde belgeseli gösterilecekmiş, biraz konuştuktan sonra, büfeden atıştırmalık bişeyler alıp bir masaya geçeye karar veriyoruz. Oturduğumuz masada biri 40’lı yaşlarında, diğeri 70 belki 80’li yaşlarında iki kadın var. Yaşlı kadın 2007 yılında İstanbul Film Festivali’nde Fipresci (International Federation of Film Critics) jürisinde de bulunmuş bir film eleştirmeni. Nuri Bilge Ceylan filmlerine hayran olduğunu, yalnız filmlerindeki kadına bakış açısını sevmediğini, özellikle "iklimler"de neredeyse tecavüze varan sahneyi feminist duyguları nedeniyle sevmediğini söylüyor. Genç kadın ise yapım işlerinde çalışıyorumuş, hatta Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminin Danimarka, İsveç, Norveç çekimlerinde production manager olarak çalışmış. Bana filmin bitmiş halini görmediğini, benim sevip sevmediğimi soruyor. Bir de, “Güneşi Gördüm’ün setinde, erkekler benle hiç muhatap olmuyodu, sadece kadınlar benle konuşuyodu, utangaç olduklarından mı yoksa başka bir sebep mi var?” diye soruyor. Mahsun’u görünce çılgına dönen, anormal derecede sevinen Türklerden bahsediyor. Biraz muhabbetten sonra iki kadın özür dileyerek isveççe konuşmaya devam ediyor. Danimarkalı belgeselciye telefon geliyor, tekrar yalnız kalıyorum. Sevdiğim birkaç arkadaşıma telefon ediyorum. Sonra iyi geceler dileyip masadan kalkıyorum, Kinokabaret yöneticilerini arıyorum. Lina ve Jenny ile tanışıyorum, bir ihtiyacım olup olmadığını, nerde kaldığımı soruyolar, yarın çekimlere başlayabiliriz diyolar. Ayrılmaya karar verip Alexandra’yı arıyorum, “Eve gelmek üzereyim ben.” Diyor.

Eve gidiyorum, internetten bişeylere bakıyoruz. Kardeşi ABD’de değişim öğrencisiymiş, onun bloguna, vidyolarına bakıyoruz, Alexandra’yı türkçe konuşturup vidyo çekiyorum, “Bugün saçım çok kötü, yarın çekseydin!” diyor, gülüyorum, gülüyor. Şiirlerinden okuyor bana biraz, anlamıyorum hiç ama hoşuma gidiyor yine, “hayat ne ilginç” diye düşünerek dinliyorum, film izleyelim diyoruz, bir film koyuyor, çok aksanlı ingilizce konuşuyolar, anlamıyorum, “uyusak mı” diyorum.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

du är en riktig kompis!



İstanbul'a geldim az önce, hava güzeldi, 1 mayıs atraksiyonları da görmek umuduyla baya yürüdüm, etilerde zaruret köftecisinin girişinde "ekmek arası çorbamızı denediniz mi" diye bir yazı var, yol boyu hem yürüdüm hem "ekmek arası çorba nasıl bişe ola ki?" diye düşündüm, mantıklı bir yemek aklımda canlanmadı. Eve geldim, bir de ne göreyim?? Kartpostal gelmiş bana, hatırlayamadığım kadar uzun zamandır kartpostal-mektup almamıştım, baya sevindim.

Ön yüzünde "du är en riktig kompis" yazıyor, isveççede "gerçek bir dostsun" demekmiş.